GÜÇLÜ, EŞİT VE ADİL BİR VERGİ SİSTEMİ, AMA NASIL?
-VII-
Ali ÇAKMAKCI
Yeminli Mali Müşavir
info@adenymm.com.tr
Mükellefler tarafından uzun yıllardır talep edilen enflasyon düzenlemesi hatırlanacağı üzere 2003 yılında hayatımıza girmişti. 2003 yılında matrah üzerinde etkili olmayacak şekilde geçici, 2004 yılında ise matraha etki edecek şekilde fiilen hayatımıza girmiştir.
Enflasyon düzeltmesi, şirketin aktif ve pasif kıymetlerinin üzerindeki enflasyonist etkileri kaldırarak, bunların tarihi maliyetlerinin reel değerlerine getirilmesi, tarihi değerlerin enflasyon oranları kapsamında güncel değerlerine taşınması işlemidir. Bu işlem ile şirketlerin gerçek olmayan, reel nitelik taşımayan yüksek matrahlar üzerinden vergi ödenmesinin önüne geçilmesi amaçlanmıştı.
Kazançlarını bilanço esasına göre tespit eden gelir ve kurumlar vergisi mükellefleri fiyat endeksindeki artışın, içinde bulunulan dönem dahil son üç hesap döneminde %100'den ve içinde bulunulan hesap döneminde % 10'dan fazla olması halinde malî tablolarını enflasyon düzeltmesine tâbi tutacakları, enflasyon düzeltmesi uygulamasının, her iki şartın birlikte gerçekleşmemesi halinde sona ereceği hüküm altına alınmıştır.
Fakat, kanun hükmünde aranan “içinde bulunulan dönem dahil son üç hesap döneminde %100'den ve içinde bulunulan hesap döneminde % 10'dan fazla olması hali” 2004 yılından sonra ülkemizde sağlanamamıştır. Dolayısıyla, mükellefler (istisnalar hariç), 2004 yılında itibaren yüksek enflasyon altında ezilmiş, fiktif karlar üzerinden 16 yıldır yüksek vergi ödemişlerdir.
İşin esasında, mükellefler enflasyon düzeltmesi talep etmekle daha kötü bir sonuçla karşılaşmışlardır. Çünkü, enflasyon düzeltmesi kadar kapsamlı olmasa da, kısmi şekilde enflasyonist etkiyi ortadan kaldıran yeniden değerleme değer artışı, maliyet değer artış fonu, LIFO gibi çeşitli düzenlemeler vardı ve enflasyon düzeltmesi ile beraber bu hükümler yürürlükten kaldırılmıştır.
Bu nedenlerle, 16 yıldır gerçek olmayan yüksek matrahlar üzerinden vergi ödeyen mükelleflerimizin hak kayıplarını engellemek adına enflasyon düzeltmesinde aranan şartların yumuşatılmasında gözden geçirilerek yumuşatılmasında yarar bulunduğunu düşünmekteyiz.
Bildiğimiz üzere finans, bankacılık ve sigortacılık sektörlerinde faaliyet gösteren kurumlar ile kamu iktisadi teşebbüsleri hariç olmak üzere kurumlar vergisi mükelleflerinin sermaye şirketlerinin ilgili hesap dönemi içinde, ticaret siciline tescil edilmiş olan ödenmiş veya çıkarılmış sermaye tutarlarındaki nakdi sermaye artışları veya yeni kurulan sermaye şirketlerinde ödenmiş sermayenin nakit olarak karşılanan kısmı üzerinden nakit sermaye indirimi hakları bulunmaktadır.
Fakat, ülkemizde özellikle EPDK ya tabi şirketler başta olmak üzere, pek çok şirketin yasal olarak zaten asgari nakit sermaye ile kurulması zorunludur. Bu nedenle, kanunlarda yer alan nakit sermaye şartı taşıyan şirketlerin zaten nakit sermaye ile kurulmaları zorunlu iken, nakit sermaye sağlanmadan faaliyette bulunmaları mümkün değilken, bu mükelleflerin faaliyetlerinin hazine kaynağı ile finanse edilmesinin, vergi harcamaları ile toplumun kaynağının heba edilmesinin mantıklı, tutarlı ve adil hiçbir tarafı bulunmamaktadır.
Yasal olarak asgari nakit sermaye ile kurulmaları zorunlu olan tüm kurumlar için en azından asgari nakit sermaye kadar tutarın bu indirim hakkından yararlandırılmasının engellenmesi, bu tutarın üstündeki nakit sermaye tutarlarının ise bu haktan faydalandırılması da uygun olabilir.
Nakit sermaye ile kurulma gibi kanunla getirilen bir zorunluluğun toplumun vergileriyle teşvik edilmesi hakkaniyete uygun olmadığı düşüncesindeyiz.
Bildiğiniz üzere Serbest Meslek Erbaplarının vergilendirilme sistemi 193 Sayılı Gelir Vergisi Kanunu’nun 65. ve müteakip maddelerine göre tahsil esasında vergilendirilmesi prensibi üzerine inşa edilmiştir. Fakat, KDVK açısından ise milyonlarca vergi mükellefi olan bir kesim, tahsil etmese bile KDV ödemek zorunda bırakılmaktadır. Bu sistem vergi ödeme gücüne kavuşmadan vergi ödenmesini gerektirmekte, böylece tahsil esasına dayalı bulunan sistemi zorlamakta, sisteme zarar vermekte ve amaca hizmet etmemektedir.
Burada kamuoyunda KDV oranlarının indirilmesi ile ilgili bir beklenti olsa da, bu husus ta iyileştirme olmasa bile, sistemi daha sağlıklı, vergi kaybı yaratmayan, rasyonel, belge ve kayıt düzenine aykırı olmayacak şekilde çözmek mümkündür.
Serbest meslek erbapları tahsil etmese bile KDV açısından vergiyi doğuran olay gerçekleştiğinden makbuz kesmekte ve beyan etmektedir. Bu durum ilk başta Gelir Vergisi ve KDV Kanunun çelişmesi sonucunu çıkarmaktadır. Keza, sadece KDV tahsilatının yapıldığı ortamda KDV tutarı kadar (özelgeler dikkate alınarak) makbuz kesilmekte ve ilk makbuza atıf yapılarak sorunun çözülmesi önerilmektedir.
1 seri no’lu KDV Uygulama Genel Tebliğinde serbest meslek erbapları için sadece GVK’nın 18. Maddesine mucibince yapılan hizmetlere KDV tam tevkifat esasında beyan edilip ödenmektedir.
Düzenlemeye göre teslim ve hizmetleri münhasıran aynı Kanunun 94 üncü maddesinde belirtilen kişi, kurum ve kuruluşlara yapanların hesaplayacağı KDV’nin, bu kişi veya kuruluşlar tarafından sorumlu sıfatıyla beyan edilmesi gerekir. Serbest meslek erbabının bu uygulamadan faydalanabilmesi için KDV mükellefiyetinin sadece Gelir Vergisi Kanununun 18. maddesi kapsamına giren işlemlerden ibaret olması ve işlemlerinin tamamının aynı Kanunun 94 üncü maddesinde sayılan kişi, kurum ve kuruluşlara yapılması gerekmektedir.
Ayrıca, ilgili Uygulama Genel Tebliğinin (I/C-2.1.3.1/b) ayırımında sayılanlara-belirlenmiş alıcılara karşı ifa edilen etüt, plan-proje, danışmanlık, denetim ve benzeri hizmetlerde alıcılar tarafından (9/10) oranında KDV tevkifatı uygulanacağı hüküm altına alınmıştır.
Bu konudaki önerimiz, 193 sayılı Gelir Vergisi Kanunu ile 3065 sayılı KDVK arasındaki uygulama farklılığının ortadan kaldırılması adına KDV tutarı için KDV sorumluluğu olarak “tam tevkifat” kapsamında işlem yapılması, bunun sadece KDV mükellefi olan gerçek ve tüzel kişilerde geçerli olması, gerekirse isteğe bağlı olarak uygulanabilmesi, sadece KDV tahsilatı için tam tevkifat kapsamında makbuz kesilebilmesi, böylece serbest meslek faaliyetlerinin tahsilat yapmadan, vergi ödeme gücüne kavuşmadan vergi ödemelerinin önüne geçilmesi, ayrıca daha sonra tahsil edilen tutarın KDV sinin tahsil edildiğinde ikinci bir belge düzenlenme ile ilk düzenlenen belgeye atıf yapılması gibi gereksiz iş ve işlemlerin ortadan kaldırılması gündeme gelecektir.
Bu durumda, ekonomik açıdan daha zayıf konumda bulunan ve sermayeden ziyade şahsi mesai, ilmi ve mesleki bilgisi ile iş yapan önemli bir kesimi vergi ödenmesinde aracı konumundan çıkartacak, ekonomik olarak rahatlatacak ve tam anlamıyla amaca hizmet eden bir vergi sistemine uygun hale getirecektir.
Gelir ve kurumlar vergisi mükellefleri, yasal açıdan 6 ay olmasına karşın yetki kullanımı sonunda 3 ayda bir gelir veya kurumlar geçici vergi beyannamesi vermektedirler. Bu çerçevede, önceki dönem geçici vergi ödemiş olan mükellefler, yıllık gelir veya kurumlar vergisine mahsuben alınan bir vergi olan geçici vergiyi ertesi yılın Mart veya Nisan ayına kadar iade imkanına kavuşamamaktadırlar.
Bu nedenle, mükelleflerin yıl içinde ödedikleri geçici verginin, dolayısıyla matrahının sonraki geçici vergi dönemlerinde zarar veya buna benzer nedenlerle ortadan kalkması veya azalması durumunda aradaki geçici vergi farkının mükelleflere nakden veya mahsuben yıl içinde iade edilmesinin çağdaş bir vergi sisteminden beklenen bir uygulama olacağını ifade etmek isteriz.
Bahsi geçen vergi tutarının en azından mükelleflerin diğer vergi borçlarına mahsuben ödenmesinde kullanılmasına imkan tanınması gerekmektedir. Bu tür mükelleflerin yıl içinde nakden veya mahsuben iade imkanları sadece tam tasdik denetim yaptıran mükellefler için de getirilebilir.
Aksi takdirde, zarar eden mükelleflerin önceden ödemiş oldukları geçici vergilere haksız ve adil olmayan şekilde neredeyse asgari 1 yıldan fazla Hazine tarafından el konulmuş olmaktadır.
Çağdaş bir vergi sistemi, mükellef haklarını da düşünerek kurgulanmalı, en azından mükellef haklarının da tesisi için kurumsal yapıların oluşturulmaya çalışıldığı dönemlerde bu tür önlemlerin alınması gereklidir.
Mevcut düzenlemeye göre vergi ziyaına sebebiyet vermekten veya usulsüzlükten dolayı ceza kesilen ve cezası “kesinleşenlere”, cezanın kesinleştiği tarihi takip eden yılın başından başlamak üzere vergi ziyaında beş, usulsüzlükte iki yıl içinde tekrar ceza kesilmesi durumunda, vergi ziyaı cezası yüzde elli, usulsüzlük cezası yüzde yirmibeş oranında artırılmak suretiyle uygulanmaktadır.
Bu kanun hükmü ile, sembolik veya önemsiz bazı vergi zıyaı cezalarının (usulsüzlük cezalarının) mükellefler tarafından ihtilaf konusu yapılmadan ödenerek sonradan ağır bir vergi zıyaı cezalı tarhiyat ile karşılaşması durumunda %50 artırımlı (usulsüzlükte %25 artırımlı) ceza uygulanması bize göre adil bir sonuç değildir.
Örneğin, 1, 3 veya 5-TL gibi sembolik vergi zıyaı cezası ile karşılan mükelleflerin, haklı veya haksız olduğu bu durumu ihtilaf konusu yapmayarak ödediği takdirde, ileride karşılaşabileceği ağır vergi zıyaı cezalarının %50 artırılarak uygulanması hukuka uygun değildir.
Bu düzenlemenin günün şartlarına ve kanun hükmünün ihtiyaçlarına uygun şekilde yeniden ele alınmasında yarar bulunmaktadır.
[1]Makale konularını yazıldığı dönem dikkate alınarak güncel mevzuat açısından değerlendirmenizi rica ederiz. Gerekli olması halinde konunun spesifik boyutları da dikkate alınarak bir uzmana danışmakta yarar olduğu düşünülmektedir. Makalenin Tüm Hakları Şirketimize ve Yazarına Aittir. İzinsiz çoğaltılamaz, dağıtılamaz, kopyalanamaz, amacı dışında ve atıf yapmadan kullanılamaz. Aksi takdirde derhal yasal işlem yapılacaktır. Soru, görüş, öneri ve değerlendirmelerinizi aşağıdaki iletişim adreslerine iletmenizi rica ederiz:
Adres: İstanbul Merkez Ofis 1 (YMM Hizmetleri): Şenlikköy Mahallesi Yaşar Kemal Sokak No:3 Daire: 5 Florya Bakırköy-İstanbul
Tel : GSM(İş):(0505) 680 42 54
:(0212)592 00 92
Faks :(0212) 592 00 92
Mail :info@adenymm.com.tr
:cakmakciali@adenymm.com.tr,