GÜÇLÜ, EŞİT VE ADİL BİR VERGİ SİSTEMİ,
AMA NASIL?
-I-
Ali ÇAKMAKCI
Yeminli Mali Müşavir
info@adenymm.com.tr
I-Giriş:
Bütçe, genel anlamda belirli bir zaman süresini kapsayan bir “finansman planı”dır. Hukuki tarafı ile; devletin gelirlerini toplamasına izin, giderlerini yapmasına yetki veren bir kanun, mali açıdan ise devletin izlemeyi amaçladığı sosyo-ekonomik politikanın bir aynası, planlama-programlama açısından; gelir ve gider öngörülerini yansıtan bir belge mahiyetini taşımaktadır[1].
Bütçe kısaca ifade edilecek olursa; devletin belli bir dönem periyodunda doğan gelirleri ile giderlerini ve sözkonusu gelir ve giderleri arasındaki farkın nasıl kapatıldığını ya da bütçe kaynaklarının nasıl kullanıldığını gösteren ve yasal zemini olan bir tür bilançodur. Bütçede yer alan sözkonusu hizmet giderleri ve borçlar için temel finansman kaynağı kamu gelirleridir.
Kamu gelirleri “dar anlamda” merkezi yönetim tarafından sağlanan çeşitli gelirlerden oluşmaktadır. “Geniş anlamda kamu geliri” ise merkezi hükümet tarafından sağlanan gelirlerle birlikte, yerel yönetim kuruluşlarının, parafiskal nitelikteki kuruluşların ve de kamu niteliğine haiz iktisadi işletmelerin, yani KİT’lerin gelirlerini de kapsamaktadır. Bu iki tür kamu geliri tanımının temel farklılığı ise, dar anlamdaki tanımı çerçevesinde sağlanan merkezi hükümet gelirlerinin cebrilik taşımasına rağmen, geniş anlamdaki kamu gelirinin nispeten cebrilik kavramından uzaklaşmasıdır.
Bütçenin vazgeçilemez kalemlerinden biri olan vergi kamusal hizmetlerin gerektirdiği giderler ile var olan kamu borçları dolayısıyla ortaya çıkan faiz ve anapara şeklindeki yükleri karşılamak amacıyla Anayasa’nın vermiş olduğu yetki ve sahip bulunulan egemenlik gücü çerçevesinde gerçek ve tüzel kişilerden karşılıksız ve cebri olarak alınan para şeklindeki ödemelerdir.
Bazı gerçek ve tüzel kişilerden vergi alınmamasını devletin izlemiş olduğu sosyal, siyasal, ekonomik ve mali nedenlerde aramak gerekmektedir. Vergi geliri, devletin yüklenmiş bulunduğu mali ve mali olmayan fonksiyonlarını yerine getirebilmesinde sürekli niteliğe haiz bir tür gelirdir. Verginin klasik amacı bütçe denkliğinin sağlanması ve kamu giderlerinin karşılanması olmakla birlikte, çağdaş düşünce sahipleri verginin bir finansman aracı olmasından çok daha fazla görevler taşıdığını ifade etmektedirler.
Vergi gelir adaleti, enflasyon, dış açık, borçlanma gereği gibi ekonomik, sosyal ve siyasal nedenlerle politika aracı olmaktadır. Bize göre vergi politikaları ülkemizde bütçe geliri olma niteliği dışında kendisinden beklenen gelir adaleti, kalkınma, adil nüfus dağılımı, tam istihdam, büyüme, yatırımların bölgelere adil dağılımı, fiyat istikrarı gibi amaçlara neredeyse hiç hizmet etmemiş veya beklenen etkileri yapamamış, kendisine yüklenen görevleri ifa edememiştir.
Türk vergi sistemi ve vergi politikası, 1950’li ve özellikle 1960’lı yıllardan itibaren sürekli değişen ve gelişen bir görünüm arz etmektedir. Bu vergi politikaları zamanla çağın gerisinde kalmış, bazen batıdan alıntı yapılarak günümüze revize edilmiş, çoğu zaman ise siyasi baskılar nedeniyle toplumsal refaha aykırı şekilde çok kısıtlı sayıda kişilerin, grupların veya zümrelerin menfaatine hizmet edecek şekilde hayata kazandırılmış veya revize edilmiş, bazense gelecekte yaşanması muhtemel gelişmelere ayak uyduramayacak şekilde tasarlandığından çoğunlukla yama yapılarak revize edilmeye çalışılmıştır.
Bir vergi sisteminin kalitesi, değişmeden uzun süre hayatta kalabilmesine, kendisinden beklenen amaçları sağlamasına bağlıdır. Bu kalite tesisi ise, ciddi düzeyde bir deneyim ile öngörünün olduğu ve siyasi korumacılığın olmadığı[2] bir ortamda kanun hazırlanmasını zorunlu kılmaktadır.
İsviçre gibi bazı batı Avrupa ülkeleri ve ABD vergi sistemlerine benzer “federatif vergi sistemleri” bulunduğundan, yatırımları kendi bölgelerine çekmek için bölgeler arasından yapılan “vergi rekabetine” benzer bir yapı ülkemizde bulunmamaktadır. Bu tür ülkelerde, bölgeler çeşitli kantonlara ayrılarak, kısmi bağımsız bir vergi politikası izleyebilmektedirler. Vergilendirme yetkisi kapsamında federal yönetimlerin yetkileri olduğu gibi, eyalet yönetimleri ve mahalli idarelerin de çeşitli seviyelerde yetkileri bulunmaktadır. Bu vergi rekabeti, “Tiebout Modeli” olarak ifade literatürde yer almaktadır.
Tiebout, yerel yönetimlerin sağladıkları kamu mal ve hizmetleri ve uyguladıkları vergi oranları aracılığıyla, mobil olan yerel tüketicileri, optimum büyüklüğü sağlayıncaya kadar (modelde halka kamu malları sağlamanın kişi başına düşen maliyeti, yerleşiklerin sayısının U şeklinde bir fonksiyonu olarak ifade edilmektedir) kendi bölgelerine çekerek (Amaç), etkin hizmet sunumunu gerçekleştirebileceklerini belirtmiştir. Kusursuz bir mobilite içinde olan bireyler, kendi tercihlerine uygun olarak hizmet ve vergi paketi sunan bölgelere yerleşeceklerdir[3]. Ülkemizde ise buna olanak tanıyan neredeyse hiçbir mekanizmanın olmaması nedeniyle (yatırım teşvikleri hariç) sadece bir şehrin nufüsu ülke nufusunun yüzde yirmisine dayanmış durumdadır.
Dolayısıyla, ülkemizdeki vergi sistemi üretim, fiyat istikrarı içinde istihdam, büyüme, bütçe dengeleri, kalkınma, nüfus dağılımı gibi kavramlar için aranan vergi rekabetini kendi içinde sağlamak, sürdürmek ve dengelemek zorundadır.
Mevcut vergi sisteminde bize göre gözden geçirilmesinde yarar gördüğümüz bir kısım hususları kişisel görüşlerimiz kapsamında kısa ve yalın bir halde paylaşmak isteriz. Aşağıda ifade ettiğimiz bazı temel hususların altyapısı tartışılabilir, daha sağlıklı temellere oturtulabilir. Burada önemli olan olgu, vergisel prensipleri belirlemek ve odaklanmaktır. Sorunlar ancak bu şekilde aşılır ve azaltılabilir.
II-Vergi Kanunlarında Bazı Eksikliklere/Hatalara İlişkin Gözlemlerimiz:
Türk vergi sistemimizde her ne kadar basit bir -kanun gerekçesi- bulunsa dahi, kime, hangi iktisadi veya mali rasyonalite ile hizmet ettiği anlaşılmayan, toplumun büyük çoğunluğu yerine sadece “azınlık” küçük bir kesimini önemli ve orantısız bir düzeyde koruyan, Anayasanın eşitlik ilkesi, mali güce göre vergi alınmasını benimseyen temel kurallarına aykırı pek çok kanun hükmüyle karşılaşmaktayız.
Bir kanun veya kanun hükmü, toplumda bazı vergiye tabi işlemler/olaylar için “istisna”, bazı mükellefler için “muafiyet”, bazılarına da özel “teşvikler” getirirken, bu siyasi kararların her birinin toplumsal açıdan “sosyal yararının” “sosyal maliyetinin” üzerinde olması beklenir. Yani, böyle bir hükümle bazı kişilere tanınan özel imtiyazlar kanalıyla toplumun geneline olan yararının, toplumun (toplumun tamamının üzerinde Anayasaya göre hak talep edecekleri vergi tutarına) vergi maliyetlerine göre güçlü, mantıklı, tutarlı, rasyonel bazı hukuki ve iktisadi, sosyal, kültürel, siyasi gerekçelere sahip olunması gerekmektedir. Bir diğer ifadeyle, vergi kanunlarında sağlanan teşvikler, istisna veya muafiyetlerin;
Her hal ve şart altında sorgulanması gerekmektedir.
Bir devlet, bir bakanlık veya herhangi bir idari organ alacağı kararlarda sosyal yararı sosyal maliyeti üzerinde olan politikaları kendi arasında bir öncelik sırlamasına sokarak toplumsal refah üzerindeki en etkili kararları almaya çalışmalıdır. Doğal tekeller bunun en iyi örneği olup, bu tür sosyal faydası sosyal maliyetinin üstündeki kurumların özelleştirilmesi hep eleştiri konusu edilmiştir.
Bireylerin ahlak dışı davranma eğilimi, yaptıkları yanlışların cezasını çekme ihtimali azaldıkça artmaktadır. Bu ihtimali yaratanlar ise en başta kanunladır.
Bu kapsamda, aşağıda sadece “sembolik” olarak belirttiğim bir kısım istisnanın hangi amaca hizmet ettiği, kimi koruduğu, buna değer olup olmadığını sizler için kısaca değinmek isterim.
Bildiğimiz üzere, kurumlarda atıl kalan “taşınmazların” ( ve iştirak hisselerinin) elden çıkartılarak şirketin mali durumlarının toparlanmasını amaçlayan çeşitli kdv ve kurumlar vergisi istisnaları bulunmaktadır. Bu durumu sağlamak içinse, bazı şartlar sunularak önceden kazancın %75’i, şimdi ise %50’si kurumlar vergisinden istisna edilmiştir.
Öyle ki, geçmişte tarihi maliyetle 1-milyon TL ye alınmış bir arsanın/arazinin aradan geçen zaman içerisinde yanından metro geçmesi, kentsel dönüşüm uygulamaları, çok büyük mega projeler vb nedenlerle yeni değeri 50-milyon TL olmuş ise, bu taşınmazın satışında aradaki 49 milyon TL kazancın meri mevzuat kapsamında %50’si olan 24.5-Milyon TL tutar vergi dışı bırakılmaktadır.
Gerçekten de, kim için, neden, hangi gerekçeyle böyle bir istisna sağlanır anlamak mümkün değildir. Aslolan bu tür rantlar üzerinden elde edilen karı veya kazancı vergi kapsamına almaktır. Ülkemizde milyonlarca gerçekleşen işlemleri düşündüğümüzde ve kurumlar vergisinin bütçe içindeki oranını dikkate aldığımızda son derece mantıksız ve gereksiz, ayrıca pek çok hukuki sorunu bulunan bir düzenlemeyi savunmak bize göre doğru olmayacaktır.
Kaldı ki, “satış bedelinin, satışın yapıldığı yılı izleyen ikinci takvim yılının sonuna kadar tahsil edilmesi şarttır” gibi kanun hükmünde aranan mantığa aykırı bir şart ta tutarlı değildir. Şirketin nakit ihtiyacı işlemin gerçekleştiği anda ya vardır veya yoktur. 2 yıl sonra tahsilatı gerçekleştirecek bir kuruma bile bu vergi istisnasını sağlamanın hiçbir aklı selim tarafı bize göre yoktur.
Şirketlerin nakit olanaklarını artırmanın yolu onlara vergi teşviki sağlamaktan geçmemelidir.
Şirketlerin kar dağıtımı veya tasfiye aşamasında gerçek kişiler kanalıyla vergi ödeneceği iddiası ise tamamen gerçek dışıdır. Meslek hayatım boyunca yüzlerce şirketi görmüş biri olarak, istisnalar dışında, hemen hemen halka kapalı hiçbir şirketin kar dağıtmadığını gözlemledim. Ayrıca, kar dağıtımında dağıtılan kar payının yarısının da vergiden istisna olduğunu unutmamak lazım. Zaten, kar dağıtımına olanak tanımadan taşınmaz/iştirak hissesi satışından gelen bu para tasfiye veya kar dağıtımına kadar kullanılmış olmaktadır.
Benzer şekilde, iştirak hissesi yatırımı yapmış bir şirketin, ana faaliyet konusu iştirak hissesi alım satımı, menkul kıymet alım satımı değilse, ana faaliyet konusu dışında şirketinin kötü yönetilmesinin bedelini elde edilen karın %75’ini vergi dışı bırakarak dolaylı şekilde topluma ödetmek ise hiç adil değildir.
Ayrıca, bu teslimlerde şartlar dahilinde KDV istisnasının da bulunduğunu da hatırlatmak isteriz.
Borsaya tabi şirketlerin hisseleri için, bu piyasaların gelişmesi, büyümesi, sermayenin tabana yayılması, küçük yatırımcıların da sermaye birikimine katkısı amacıyla belli ölçüde koruma sağlanabilir, bu durum mantıksız değildir.
Özetle, bu tür hükümler toplumun hak sahibi olduğu vergi için haksız ve gereksiz bir istisna sağlamakta ve adil gelir dağıtımı gibi pek çok önemli sorunu daha da büyütmektedir. Unutulmamalıdır ki, bu şirketlerin nihai planda ortakları “çoğunlukla” gerçek kişilerdir. Zenginleşen, ilk planda şirketler, son planda gerçek kişilerdir.
Kişisel zararların, kişisel hataların bedeli topluma ödetilemez.
Sorulacak soruları unutmamak gerekir; kim için, neden, mantıklı mı, gerek var mı, topluma katkısı var mı?
Dikkate değer istisna hükümlerinden birisi ise, kurumların yurtdışı iştiraklarden sağlandığı kazançların istisna tutulmasıdır. Hükme göre, ülkemizdeki kurumlar vergisi mükelleflerinin yurtdışında anonim veya limited şirket vasfındaki şirketlerden elde ettikleri kazançlar belli şartlarla vergiden istisnadır. Şartlardan birisine göre, iştirak payını elinde tutan tam mükellef şirketin, yurt dışı iştirakin ödenmiş sermayesinin en az % 10'una sahip olması gerekmektedir.
Kanunda böyle bir şartın neden arandığı tuhaftır, hisse oranı %1 olsa ne olur, %100 olsa ne olur? Amacınız Türk şirketlerine yurtdışında iştirak hissesi alımını mı teşvik etmektir? Amacınız, Türk sermayesinin yurtdışına çıkmasını teşvik etmek midir?
Herhalde dünyada bunu teşvik eden hiçbir ülke yoktur.
Şirket, yurtdışında %1 hisse sahibi olsa ve buna isabet eden kazancı diğer şartları da dikkate alarak ülkemizde değerlendirse, istisnadan yararlanmasının ne mahsuru olabilir. Kaldı ki, iştirak kazancının, elde edildiği hesap dönemine ilişkin kurumlar vergisi beyannamesinin verilmesi gereken tarihe kadar Türkiye'ye transfer edilmesi gibi bir şart bulunmaktadır. Dolayısıyla, amaca hizmet etmeyen bu gereksiz hükmün yeniden ele alınmasında yarar vardır.
Bankalara ve çeşitli finans kurumlarına borçlu durumda olan kurumlar ile bunların kefillerinin/lehine ipotek verenlerin sahip oldukları taşınmazların/iştirak hisselerinin bu borçlara karşılık finans kurumlarına devrinden sağlanan hasılatın bu borçların tasfiyesinde kullanılan kısmına isabet eden kazançların “tamamı” kurumlar vergisinden istisnadır. Yine, banka ve finansal kurumların bu şekilde aldıkları taşınmazların satışından doğan kazançların %50'lik, diğerlerinin satışından doğan kazançların %75'lik kısmı istisnadır.
Yukarıda benzer örneğe dönersek, geçmişte tarihi maliyetle 1-milyon TL ye alınmış bir arsanın/arazinin aradan geçen zaman içerisinde yanından metro geçmesi, kentsel dönüşüm uygulamaları, çok büyük mega projeler vb nedenlerle yeni değeri 50-milyon TL olmuş ise, aradaki 49 milyon TL kazancın artık tamamı kredi borçlusu adına vergi dışı bırakılmaktadır.
Borçlu, krediyi geri dönüşü olmayacak şekilde kullanmış veya ahlaki risk (moral hazard) olarak ifade edilecek şekilde başka yerlere plase etmiş ise, bunun karşılığında tüm toplumun cezalandırılması vergi hukukundan hiçbir şey anlamadığımız anlamına gelmektedir.
Ortada iki tarafın olduğu, toplumu enterese etmeyen, finans kurumları tarafından ipotek veya başka araçlarla zaten dolaylı sahiplenilen bir taşınmazın veya iştirak hissesi için kredi borcuna yetecek kadar hasılatı vergi dışı bırakmanın toplum için geçerli bir temeli bize göre yoktur. Bu borçlu için kefil veya ipotek verenler de genelde ilişkili kişi sınıfındaki kişilerdir.
Sonuç olarak, kar eden vergi öder. Karı vergi dışı bırakmanın toplumsal kazanımı olmadıkça, kamuya yararlı bir fonksiyonu bulunmadıkça bu haktan vazgeçilmemesi gerekir.
Moral hazard, sadece banka kredilerinde değil, aynı zamanda vergi hukukunda da geçerlidir.
Bireylerin ahlak dışı davranma eğilimi, yaptıkları yanlışların cezasını çekme ihtimali azaldıkça artmaktadır. Bu ihtimali yaratanlar ise en başta kanunladır.
Taksi, dolmuş, minibüs ve umum servis araçlarına ait ticari plakaların elden çıkarılmasından doğan kazançların tamamı süre sınırı tanınmaksızın, başka bir şart da aranmaksızın 2018 yılında yapılan bir düzenlemeyle tamamen vergi dışı bırakılmıştır.
Bildiğimiz üzere, bu tür plakalar için ülkemizde kota uygulaması bulunmakta, çok sınırlı sayıda bulunmakta olup, değerleri birkaç milyon TL olarak alım satıma konu edilmektedir.
Bu kadar büyük bir rantın, sadece çok küçük bir sermaye grubunu korumak amacıyla vergi dışında bırakmanın vergi adaletiyle bağdaşmadığı düşüncesindeyiz. Bu sektörün, nerdeyse şoför dışında istihdam yaratmayan, zaten gelir vergisi de ödemeyen bir sektör olduğu açıktır. Bu nedenle, haksız vergi kaybının önüne geçilerek süre sınırı olmaksızın sermaye niteliğindeki plakaların elden çıkartılmaları vergiye tabi olmalıdır.
Gelir Vergisi Kanunu (GVK)nda yer alan 7 gelir unsurundan birisi olan ticari ve zırai kazançlar ile serbest meslek kazançları için de GVK’nda ücrete benzer şekilde pozitif ayrımcılık içeren bir vergi tarifesine ihtiyaç olduğunu düşünmekteyiz.
Menkul sermaye iradı, gayrimenkul sermaye iradı ve değer artış kazancı gibi doğrudan sermaye üzerinden gelir getiren, arzi nitelikte, istihdama katkıları neredeyse yok denecek kadar az olan, ekonomide istikrarı olumsuz etkileyen/etkileyebilecek olan bu tür kazançlara nazaran bu gelir unsurlarının bize göre daha düşük oranda vergilendirilmesi gerekmektedir.
Ücret, en zayıf gelir unsuru sayılmasına karşın, ekonomide istikrar ve istihdama ciddi düzeyde katkı sağlayan ticari ve zırai kazançlar ile serbest meslek kazançları için de pozitif ayrımcılık taşıyan bir vergi politikasına ihtiyaç bulunduğunu düşünmekteyiz.
Bu kapsamda, ücret en düşük; ticari, zırai ve serbest meslek kazançları orta düzeyde, menkul sermaye iradı, gayrimenkul sermaye iradı ve değer artış kazancı-arzi kazançlar en yüksek oranda vergilendirilmelidir.
Son yapılan yasal düzenleme ile üst oran %35 ten %40 a çıkartılmıştı. Bunun için GVK’nın 103. Maddesinde revizyon gerektiği açıktır.
Bildiğimiz üzere ülkemizde özellikle orta ve küçük işletmelerde ciddi düzeylerde kayıtdışı işlemler bulunmaktadır. Türkiye’de şirketler kayıtdışı işlemlerini genelde sistem dışında izleyerek, bu satışlara ilişkin fonları cari hesaplar kanalıyla şirketlere herhangi bir nema sağlamadan geri getirmektedirler. Bazen ise çıkartılan af veya varlık barışı şeklindeki düzenlemelerle çok cüzi oranlarda vergiler ödeyerek geri getirmektedirler. Aksi takdirde, şirketlerin görünen sermayesi esas itibariyle zamanla ciddi düzeyde eridiğinden bahsi geçen şirketler tarafından mutlaka zaman içinde bu fona ihtiyaç duyulmakta olup; bu ihtiyaç olan fonlar ise cari hesaplar kanalıyla bir şekilde şirketlere geri dönmektedir.
Şirket ortaklarının cari hesap yoluyla şirkete koydukları ödünç fonlar için menkul sermaye iradları bölümünde alacak faizleri için bir “Emsal Güvenlik Maddesi” gibi bir maddenin bulunmasının çok sağlıklı ve bütçe gelirleri üzerinde önemli etkisi olabileceği düşüncesi bulunmaktadır. Şöyle ki; şirket ortaklarının şirkete verdikleri fonlar nedeniyle emsal faiz oranında bir faizin (MB kısa vadeli avans veya reeskont oranı, mevduat faizi, azami mevduat faiz oranı, Libor vb) gerçek kişi ortak adına tahakkuk etmesine yönelik “emsal güvenlik maddesi” ile Hazinenin asgari düzeyde mevduat faizi vb tutarında bir menkul sermaye iradını vergilendirmeden mahrum kalması engellenirken, gerçek kişi ortağın da herhangi bir şekilde nema sağlamadan şirkete önemli düzeyde para kullandırmasının mantıksal bir gerekçesi doğmaktadır.
Kaldı ki, 213 sayılı VUK’un 3. maddesine göre gerçek kişi ortak tarafından uzun süreli çok önemli tutardaki fonların herhangi bir nema sağlamadan verilmesi “iktisadi, ticari ve teknik” icaplara da aykırıdır. Elbette bu durumu iddia eden ispatla mükellef olmakla beraber, nerden buldun gibi yasal bir düzenlemenin olmaması kayıtdışının çözümünde samimi düzenlemelere ihtiyaç duyulmasına neden olmaktadır. Ayrıca, bu tür şirketlerin ortaklarına genelde kar dağıtımında da bulunmadıkları bilinmektedir. Buna karşın, kurum şeklindeki ortaklar için düzenlemeye ise “transfer fiyatlandırması” hükmü bulunması nedeniyle bu konuda özel bir düzenlemeye bize göre ihtiyaç bulunmamaktadır. Cari hesap kaynaklı ödünç paranın gerçek kişi ortağın hangi şirketinden geldiği ise bu durumda zaten önemli olmayabilecektir.
Böylece, bahsi geçen model ile şirket ortaklarının şirkete vermiş olduğu yüksek tutardaki uzun vadeli fonların doğrudan borç yerine, sermaye olarak dönmesini teşvik etmekle birlikte, nihayetinde sermaye yapıları erimemiş daha güçlü şirketlerimiz oluşacaktır.
Hazine ise %40’a kadar vergilendirilme yapmak suretiyle daha çok vergi geliri elde etmiş olacaktır. Bir diğer ifadeyle vergi kapasitesi artırılacaktır. Doğrudan şirket yerine şirket ortaklarının ilgili bulunduğu 3. Dereceye kadar (bu derece dahil) ilişkili kişilerden yapılan borçlanmalar da kapsama dahil edilebilir. Bu durum, kayıtdışının ve sahte belge kullanımının bir nebze de olsa terk edilmesine neden olabilecektir, zira sözkonusu paralar vergisi ödenmeden sisteme geri dönmeyecektir.
Şirket ortakları, artık kayıtdışı, sahte belge kullanımı gibi bu tür işlemlerin bir bedeli olduğunu, bu bedeli ödemeden bu işlemleri gerçekleştiremeyeceklerini anlayacakladır.
Her ne kadar menkul sermaye iradında “hukuki ve ekonomik tasarruf ilkesi” benimsenmiş olsa da; buraya konu edilen alacak faizleri için “elde edilmiş sayılır” gibi özel bir düzenleme ile konu hukuki mahiyet kazanmış olabilir.
Kaldı ki, daha önce Kanunla olmasa da, Genel Tebliğle para faizsiz-ev kirasız gibi muvazaalı durumlara ilişkin çeşitli önlemlerin alındığını hepimiz bilmekteyiz. İlaveten, gayrimenkul sermaye iradında taşınmazın bedelsiz ve emsal bedelin altında kiralanması durumunda emsal bedel uygulaması gündeme gelirken, paranın kullanımında böyle bir düzenlemeye neden ihtiyaç duyulmadığını sorgulamak gerekebilir.
Bu model, ayı zamanda ücret gibi zayıf gelir unsurlarını, güçlü sermaye unsurlarına karşı hem gelir adaleti açısından koruyacaktır; hem de vergilendirme kapasitesini artırarak fonların şirkete dönmese bile kayıtlı banka/finans sistemine dönmesine neden olacak, ayrıca para üzerinden para kazananları daha çok vergilendirmeye yol açarak sosyal dengeyi ve Anayasaya göre eşitlik ilkesinin teminine yardımcı olacaktır[4].
Sonuç itibariyle, böyle bir model ile kayıtdışı satışlar ve sahte belge kullanımı önemli düzeyde azalacak, dolayısıyla vergi kayıpları azalacak, Hazinenin vergi kapasitesi artacak, gelir adaleti daha güçlü sağlanacak, reel sektör sermayeleri finans sektörüne karşı daha güçlü olacak ve nihayetinde “nakit sermaye indirimi” gibi vergi harcaması azalarak bütçe üzerindeki yük te azalması gibi pek çok soruna nispi bir çözüm getirilecektir. Şirket ortakları gerçek kişiler de toplumun kaynağını daha etkin kullanma imkanına sahip olacaklardır.
Gelir vergisi sisteminde aile gelirinin toplanarak beyanı değil, her bir mükellefin gelirinin ayrı ayrı toplanarak beyan edilmesine ilişkin bir düzenleme bulunmaktadır. Fakat, aralarında “yasal evlilik bağı” bulunan eşler için her iki eşin de ticari, zırai veya mesleki faaliyetler nedeniyle beyana tabi gelirlerinin olduğu ortamda ya tek bir eş için, veya her iki eş için, gerekirse süre sınırı da konularak her ikisi için, indirimli oran kapsamında gelir vergisi ödenmesi teşvik edilmelidir.
Bir vergi sisteminin kalitesi, vatandaşlarını, bireyleri üretim sistemine ne kadar teşvik ettiği ile ölçülür. Bu tür motive edici, teşvik edici ödüllendirmeler çağdaş, modern vergi sistemlerinden beklenen en doğal düzenlemelerdir.
Ülkemizde kurumlar vergisi oranı üretici ve üretici olmayanlar için %20 (2018, 2019 ve 2020 yılları için geçici olarak %22) olarak uygulanmaktadır. Fakat, bir ülkede vergi sistemi üreticisini korumuyor, ona yönelik pozitif ayrımcılık yaratamıyorsa bu vergi sisteminin ekonomiyi teşvik etmesinden ziyade önüne set çektiğini ifade etmek yerinde olacaktır.
Üretici, bu ülkede gerçek istihdamı yaratan, işin riskini üstlenen, ekonomiye gerçek anlamda kaynak aktaran bir ekonomi birimidir. Vergi sistemi, üreten ile üretmeyeni aynı orana tabi tutarak problemli bir ekonominin altyapısını oluşturmaktadır. Önemli bir maliye politikası aracının daha etkin ve etkili kullanılabilmesi adına üreticilerin 10 puan civarında aşağıda kurumlar vergisi ödemesi orta ve uzun vadede önemli kazanımlar sağlayabilecektir.
Üretici olarak ifade ettiğimiz kesimi, belli stratejik ürünleri üreten, önemli düzeyde katma değeri ülkemizde yaratan veya belli sayıda istihdam barındıran, geçmiş yıllarda ciddi düzeyde ithalatı yapılmış ürünleri/girdileri üreten üreticiler vb. olarak tespit edip gerçek anlamda bir vergi stratejisi oluşturulmasının önemli olduğunu düşünmekteyiz[5]. Özellikle, ithalat bağımlılığı yüksek olan ara malı veya ürünlerin üretimine yönelik yatırımlardan petrokimya, teknoloji vb sektörler stratejik yatırımların teşviki uygulamaları kapsamında desteklenmektedir. Bu tür yatırımlara çoğunlukla teşvik belgesi sağlansa da, bu belge kapsamındaki vergi indiriminin belli bir süre için uygulandığını unutmamak gerekir.
Ülkemiz için belli stratejik ürünleri üreten, ithal ikamesi niteliğinde olup dış ticaret dengeleri üzerinde önemli etkisi olan ürünleri üreten, önemli düzeyde katma değeri ülkemizde yaratan, belli sayıda istihdam barındıran üreticiler ürettikleri bu ürünü yurt içi teslimlerinde bu malların KDV’lerini aylar sonra aldıkları gibi, doğrudan yatırımlarına ilaveten ciddi bir KDV yükü ile karşılaşmaktadırlar. Bu sınırlı mükellef grubuna 100 milyon TL satışta 18 milyon KDV ödetmenin ülke ekonomisine hiçbir katkısı olmayacaktır. Bu KDV tutarı doğrudan yurtiçi alıcıdan tahsil edilmelidir.
Bu üreticilerin, ürettiği ürünlerin yurtiçi teslimleri hem “ithal ikamesi” yoluyla, hem de “istihdam sürekliliği” açısından önemli misyon üstlenmesi nedeniyle “vergiden muaf olması” ve “KDV’siz işlem yapması” önemlidir.
Bu üretici grubundan mal alan sonraki safhadaki yurtiçi mükellefler ise aynen ithalatta olduğu gibi bu işleme ilişkin KDV tutarını, üreticiyi karıştırmadan 2 no’lu KDV beyanı ile ödeyip 1 no’lu KDV beyanı ile indirim konusu yapabilmelidir. Böylece, KDV sonraki safhalarda zincire dahil olacaktır.
Bu durumda, hem Hazinenin vergi kaybı olmayacaktır, hem de bu işin riskini üretici değil, artık zincirin sonraki safhaları üstlenecektir. Böylece stratejik üretimi teşvik eden ve koruyan bir vergi sistemi geliştirmiş olacaksınızdır. Bu durumda, üreticinin yüklenimlerinin iade edilmesine yönelik bir düzenleme gelebilecektir. Ülkenizde üreticinizi vergi politikalarıyla ancak bu şekilde koruyabilirsiniz.
Kendisi tarafından üretilmeyen bir yabancı para, dünyadaki her bir ülke için mal niteliği taşımaktadır. Bu malın, taşınmazdan, menkul mal veya kıymetten hiçbir farkı da bulunmamaktadır. Ülkemizde, yıllarca biriken cari açıklar ve dış ticaret açıkları ile kalkınma yolunda yapılan bazı projeler ile diğer nedenlerle döviz kaynaklı ağır sorunlar yaşanabilmektedir.
Döviz yatırımcısı, piyasadan satın aldığı dövizi eğer ithalat gibi işlemlerde kullanmıyorsa veya daha sonra bu döviz tutarı TL veya diğer taşınmaz, menkul kıymet vb yatırımlara dönüyorsa bu tarih itibariyle elde edilen fiktif kur farklarının gelir vergisi açısından vergilendirilmesi gerekmektedir.
Gerçekten de, yerel para karşısında dövizin faiz getirisinin çok düşük olmasına karşın ciddi düzeyde dövize yönelik alımların olduğu, spekülatif işlemlerin yoğun olduğu, ekonomi dengelerini olumsuz etkileyen pek çok soruna yol açtığı, çok kısa bir sürede vergisiz çok yüklü miktarlarda karların ortaya çıktığı açıktır.
Hatta, son yıllarda ülkemizdeki kur artışı hiçbir değişkenle kıyaslanamayacak düzeyde yüksek olup, gelir adaletini de önemli düzeyde bozmaktadır. Kur farkından kaynaklanan gelir artışının vergi dışı kalmasına ilişkin hiçbir gerekçe bulunmamaktadır. Döviz fiyatı, dünyada organize olmayan piyasalarda belirlenmekte, fiyat sapması olması durumunda arbitraj yoluyla kısa süre içerisinde bu sapma giderilmektedir.
Buna karşın, ülkemizde kur farkından dolayı gelir elde eden kişilerin dövizin kaynağı neresi olursa olsun kesinti yoluyla vergilendirilmesi yerinde olacaktır. Bu vergilendirme, yurtiçi yerleşiklerin faaliyetleri dışında döviz edinimi de olumsuz etkileyecek olup, döviz kurları üzerinden spekülatif nitelikteki baskıları da hafifletebilecektir.
Bildiğimiz üzere vergi zıyaı cezaları mevcut düzenlemelere göre normal koşullarda tek kat ve kaçakçılık suçlarına konu cezalarda ise 3 kat, bazı durumlar içinse %50 olarak kesilmektedir.
Tek kat uygulanan vergi zıyaı cezası, normal koşullara bize göre oldukça yüksek kalmaktadır. Özellikle, tek kat vergi zıyaı cezasının vergi kaybı amacı taşımayan, tamamen teknik veya hukuk hatası ile matrah farkı ile karşılaşmış mükellefler için haksız bir durum yarattığını düşünmekteyiz.
Bu nedenle, bu tür teknik/hukuk hatası nedeniyle matrah farkı ile karşılaşan mükellefler ile “kayıtdışı” ve “kaçakçılık suçları” nedeniyle tarhiyata konu olan mükelleflerin cezaları arasında ayrışma olmalıdır. Kaldı ki, normal koşullarda 1 kat vergi zıyaı cezası gerçekten çok ağır bir cezadır.
Bu durumda, “normal durumlarda” vergi zıyaı cezalarının %50, “kayıtdışı” tespitlerine ilişkin matrah farkları dolayısıyla ortaya çıkan cezaların 1 kat, “iştirak suçlarının” cezalarında 1 kat, “kaçakçılık suçları” nedeniyle oluşan vergi zıyaı cezalarının ise yine 3 kat olarak kesilmesi daha adil olacaktır.
KDV iadelerinde mükelleflerin pek çok sorunla karşılaştıkları, bu sorunların bir kısmının yasal düzenlemelerden kaynaklandığı, bir kısmının idarenin ayrışık uygulamaları ve yetersiz kadrolarından kaynaklandığı açıktır. KDV iadelerinin hızlı bir şekilde çözüme kavuşturulmaları için belli bazı özel (hızlandırılmış/indirimli teminat vb) düzenlemeler getirilmiş olsa dahi, tüm mükellefler kapsam olarak bu sistemlerden yararlanamamakta, koşullarının ağır olması ve teminat talepleri karşısında beklenen amacı tam karşılayamadığı açıktır.
KDV iadelerinde yaşanan bu ağır sorunlar ve gecikmeler karşısında idarenin mükelleflerin kendilerini ve faaliyette bulundukları sektörleri, önceden belirlenmiş belli bazı şartlar/kriterler kapsamında çeşitli risk gruplarına ayırarak her iki riskin (mükellefin kendisi için tanımlanan risk puanı ile faaliyette bulunduğu sektör için tanımlanan risk puanının) karşılığı olan puanların çarpımı sonucunda elde edilecek oran kapsamında iade talebinde bulunulduğu anda doğrudan iade alınması, kalan kısmın ise YMM KDV İadesi Raporunun eksiksiz olarak idareye verildiği tarih itibariyle mükelleflere iade edilebileceğine dair bir yasal alt yapı oluşturulabilir.
İdare, mükelleflerin geçmiş dönem vergi durumlarına, vergiye uyum derecelerine, vergi incelemesi sonuçlarına, aktif büyüklükleri, istihdam kapasiteleri, daha önce iade taleplerinin sonuçlanıp sonuçlanmaması, kaç dönem iadenin sonuçlandığı, ne kadar süredir mükellefiyet kaydı bulunduğu, yoklama tutanaklarındaki tespitler gibi çok çeşitli hususları dikkate alarak “risk derecelendirmesi” ihdas edebilir ve bu derecelendirme zaman içerisinde değişebilmelidir. Bilindiği üzere bugün itibariyle GİB’in elinde pek çok değerli veri ve tespitler bulunmaktadır.
Böylece, iade talep eden mükellef iade talep ettiği tarih itibariyle doğrudan ne kadar iade alabileceğini ilk başta biliyor olacağı gibi, finansman sorununun önemli bir kısmını da bu şekilde doğrudan çözüme kavuşturmuş olmaktadır.
Asgari risk derecesinin altında kalan mükellefler mevcut yasal düzenlemelere göre talepte bulunmaya devam edebilir.
Sistemin işleyişinde bazı güvenliği artırıcı hüküm veya kurallar da getirilebilir. Fakat bu tür bir düzenlemeyle ne zaman, ne şekilde çözüme kavuşacağı açık olmayan iade sürecinde tıkanmalar önemli ölçüde ortadan kalkabilecektir.
Cari takvim yılı da dâhil olmak üzere son birkaç takvim yılına ilişkin tam tasdik sözleşmesi bulunması, gelir veya kurumlar vergisi, geçici vergi, gelir vergisi stopajı, ÖTV ve KDV için her birine ait beyanname verme ödevinin her bir vergi türü itibarıyla belli bir sayıdan fazla aksatılmamış olması (süresinden sonra kendiliğinden verilen beyannameler hariç), çeşitli aktif, pasif ve özkaynak, istihdam gibi çeşitli şartlar da dikkate alınarak risk grupları oluşturulabilir.
Ama, amaca aykırı şekilde sistemi işlevsizleştiren koşul ve şartların olumsuz sonuçlar yaratacağı açıktır. Bu veya buna benzer şekillerde KDV iadesini hızlı, etkin ve etkili şekillerde çözüme kavuşturacak çalışmalar olmadığı sürece mükellefler sorun yaşamaya devam edecektir.
Mükellefin Risk Grubu | Minimum Risk Puanı | Mükellefin Sektör Riski Grubu | Minimum Risk Puanı | |
A | 90 | A | 90 | |
B | 80 | B | 80 | |
C | 70 | C | 70 | |
D | 60 | D | 60 | |
E | 50 | E | 50 |
Bu kapsamda, örneğin A grubunda asgari 90 puanla yer alan mükellef, İdarenin sınıflandırmasında iadeye hak kazanabilecek en riskli sektörde faaliyet gösteriyorsa, iade talep ettiği tutarın (0,9*0,5=) 0,45 ini doğrudan, kalan kısmı ise YMM KDV İadesi Raporu ile alabilecektir.
Keza, belli bazı unsurlar kapsamında en riskli grupta (E) yer alan mükellef, idare tarafından tanımlanan ve B riski taşıyan sektörde çalışıyorsa iade talep ettiği tutarın (0,50*0,80=) 0,40 ını doğrudan alabilir, kalan kısım ve varsa teminat çözüm işlemleri yine YMM KDV İadesi Raporu ile çözüme kavuşturulabilir.
Minimum risk grubunda dahi olmayan mükellefler ise mevcut sistemde iade talebinde bulunmaya devam edebilirler.
Mükellefler eğer ki, iadenin tamamını talep ederse aradaki fark kadar teminat vermesi gibi çeşitli şartlar ihdas edilebilir. YMM Raporu ile teminat çözülebilir.
213 sayılı Kanunun (153/A) maddesi kapsamına giren mükellefler, sahte belge veya muhteviyatı itibarıyla yanıltıcı belge düzenleme fiiline iştirak eden mükellefler de dâhil olmak üzere sahte belge veya muhteviyatı itibarıyla yanıltıcı belge düzenleme ya da kullanma konusunda haklarında “olumsuz rapor” veya “olumsuz tespit” bulunan mükellefler, sahte belge veya muhteviyatı itibarıyla yanıltıcı belge düzenleme konusunda haklarında “olumsuz rapor” bulunan mükelleflerin raporun ait olduğu dönemdeki ortakları, kanuni temsilcileri, bunların kurdukları veya ortak oldukları mükellefler ile kanuni temsilcisi oldukları mükellefler, haklarında beyanname vermeme, defter ve belge ibraz etmeme ve adresinde bulunamama konusunda tespit bulunan mükellefler, haklarında KDV yönünden ihtiyati tahakkuk veya ihtiyati haciz uygulanan mükellefler için sistemin uygulanmamasında yarar bulunduğunu düşünmekteyiz.
Bildiğimiz üzere ülkemiz her yıl 50-milyar Dolar enerji maliyetine katlanmakta, bunun da önemli bir kısmı doğalgaz olarak çeşitli ülkelerden temin etmektedir. Türkiye, yaklaşık olarak kullandığı petrolün yüzde 90'ını, doğalgazın da yüzde 99'unu ithal eden bir ülke olduğu için enerji maliyetlerindeki artış cari işlemler ve dış ticaret dengeleri üzerinde kalıcı ağır hasarlara yol açmaktadır.
Bu nedenle, sorunun temel kaynaklarına inerek bu ağır maliyeti hafifletmenin çözümlerine odaklanmak gerekmektedir. Bu sorunların başında ise evlerde kullanılan doğalgaz miktarının yüksek olması gerekmektedir. Binalarda yaşam standardı ve hizmet kalitesinin, endüstriyel işletmelerde ise üretim kalitesi ve miktarının düşüşüne yol açmadan enerji tüketiminin azaltılmasını içeren ve çeşitli teşviklerle de desteklenen bir vergi politikası kaçınılmazdır.
Ülkemizde “tahminen” 30 milyon hane ve en az o kadar işyerinin bulunduğu durumda, ısı yalıtımı çok güçlü olan, teknik standartları çok yüksek, yeni nesil bina modellerinin önemli düzeyde teşvik edilmesi, hatta bunların belli bölge veya şehirlerde yasal açıdan zorunlu tutulması gerektiğini düşünmekteyiz.
Gerçekten milli ve yerli olunması bekleniyorsa, bu tür projelerin tüm maliyetine rağmen mutlak suretle hayata girmesi gerekmektedir. Zira, bu tür hamleler ilk başta daha maliyetli olsa bile, sonuçta her bir binaitibariyle yaklaşık 50 yıl boyunca ülkenin enerji ithalatını ve döviz ihtiyacını azaltacak ve ülkenin döviz bağımlılığı düşürecektir. Çevre dostu bir binalar, doğal kaynaklara erişimin veya doğal kaynak tüketiminin en az olduğu türde binalardır.
2007 yılında yasalaşan “Enerji Verimliliği Kanunu” ile enerjinin etkin kullanılması, israfının önlenmesi, enerji maliyetlerinin ekonomi üzerindeki yükünün hafifletilmesi ve çevrenin korunması için enerji kaynaklarının ve enerjinin kullanımında verimliliğin artırılması amaçlanmıştır. Bu Kanun; enerjinin üretim, iletim, dağıtım ve tüketim aşamalarında, endüstriyel işletmelerde, binalarda, elektrik enerjisi üretim tesislerinde, iletim ve dağıtım şebekeleri ile ulaşımda enerji verimliliğinin artırılmasına ve desteklenmesine, toplum genelinde enerji bilincinin geliştirilmesine, yenilenebilir enerji kaynaklarından yararlanılmasına yönelik bazı düzenlemeleri içermektedir[6]. Kanunda, asgarî olarak binanın enerji ihtiyacı ve enerji tüketim sınıflandırması, yalıtım özellikleri ve ısıtma ve/veya soğutma sistemlerinin verimi ile ilgili bilgileri içeren Enerji Kimlik Belgesi düzenlenmesi ele alınmaktadır.
Kanuna göre toplam inşaat alanı yönetmelikte belirlenen mesken amaçlı kullanılan binalarda, ticarî binalarda ve hizmet binalarında uygulanmak üzere mimarî tasarım, ısıtma, soğutma, ısı yalıtımı, sıcak su, elektrik tesisatı ve aydınlatma konularındaki normları, standartları, asgarî performans kriterlerini, bilgi toplama ve kontrol prosedürlerini kapsayan binalarda enerji performansına ilişkin usûl ve esaslar, Türk Standartları Enstitüsü ve Genel Müdürlük ile müştereken hazırlanarak Bayındırlık ve İskan Bakanlığı (Çevre Ve Şehircilik Bakanlığı) tarafından yürürlüğe konulacak bir yönetmelikle düzenlenir. Yönetmelik hükümlerine aykırı hareket edilmesi halinde ilgili idare tarafından yapı kullanma izni verilmeyeceği belirtilmektedir.
Bayındırlık ve İskan Bakanlığı (Çevre Ve Şehircilik Bakanlığı) tarafından 2008 yılında yürürlüğe konulacak yönetmeliğe göre hazırlanan yapı projeleri kapsamında enerji kimlik belgesi düzenlenir. Enerji kimlik belgesinde binanın enerji ihtiyacı, yalıtım özellikleri, ısıtma ve/veya soğutma sistemlerinin verimi ve binanın enerji tüketim sınıflandırması ile ilgili bilgiler asgarî olarak bulundurulacaktır. Bu Yönetmelik hükümleri uyarınca TS 825 standardında belirtilen hesap metoduna göre, yetkili makina mühendisi tarafından hazırlanan "ısı yalıtımı projesi" imara ilişkin mevzuat gereğince yapı ruhsatı verilmesi safhasında tesisat projesi ile birlikte ilgili idarelerce istenmektedir. Yasal düzenlemelere göre binalar bazı enerji tüketimlerine göre zaten sistematik bir sınıflandırma içerisine alınmıştır.
Belgede bulundurulması gereken diğer bilgiler ile belgenin yenilenmesine ve mevcut binalar da dâhil olmak üzere uygulamaya ilişkin usûl ve esaslar, Bakanlık ile müştereken hazırlanarak Bakanlıkça yürürlüğe konulacak yönetmelikle belirlenir. Mücavir alan dışında kalan ve toplam inşaat alanı bin metrekareden az olan binalar için enerji kimlik belgesi düzenlenmesi zorunlu değildir.
Isı yalıtım giderlerinin maliyet yerine doğrudan gider yazılmasına izin veren düzenlemeler bir teşvik değildir. Bu işi daha kurumsal yapıda ele alarak, ilgili Bakanlıkların mavi veya yeşil bina veya konut tanımlaması yaparak Hazine Ve Maliye Bakanlığının bu tür projeler için KDV muafiyeti getirmesi, yatırımcı mükelleflerin KDV iade işlemlerini hızlandırması, gelir veya kurumlar vergisinden muaf tutması ve gerekli diğer her türlü teşviği sağlaması çok önemlidir.
Bildiğimiz üzere KDV, büyükşehir olmayan yerlerde konutun m2, büyükşehirlerde ise arsa m2 değeri üzerinden (kentsel dönüşüm, rezerv yapı vs alanları hariç) hesaplanarak %1, 8, 18 olarak uygulanmaktadır.
Vergi teşvikleri sadece yatırım teşvik belgeleri ile girdi kalemlerinde değil, aynı zamanda binaların teşviki amacıyla alım satımlarında da uygulanmalıdır. Hatta, KDV oranları bu binaların enerji tasarrufu sağlama durumlarına göre gruplara ayrılarak kendi içinde özel olarak belirlenmelidir. Bu durumda, konuyu sadece bazı desteklere bağlamadan vergisel yönden de en etkili şekilde koruma ve geliştirme amacıyla bazı düzenlemeler yapılması gerekmektedir.
Bu durum, kısa vadede vergi kaybı yaratsa da, orta ve uzun vadede ülkemize çok büyük hacimde katkılar sağlayabilecek olan bu tür politikalar daha istikrarlı bir ekonomimizin temel taşlarından bir tanesi olabilecektir.
Bilindiği üzere doğalgaz, elektrik, su, imar gibi pek çok kamusal hizmetten arsa ve arazi şeklindeki sahip olunan taşınmazlar da yararlanmaktadır. Toplumun tamamının finanse ettiği bir bütçe içinde, arsa veya arazisi olanların iktisap tarihinden 5 yıl sonra bu kıymetlerin satışlarından doğan kazancın vergi dışı kalması hem kamunun haksız yere bedel ödemesine, hem vergi adaletinin kaybolmasına neden olacak, hem de gelir dağılımı bozucu, rantı teşvik edici bir durum yaratacaktır.
Ayrıca, mükellefler açısından da bu tür kıymetlerin vergi dışına çıkması için en az 5 yıl beklemesine yol açacak, bu nedenle toplumun kaynaklarının 5 yıl boyunca atıl hale gelmesine, ekonomiye etkin şekilde kazandırılmamasına yol açabilecektir. Bize göre, taşınmaz satışlarına ilişkin bu düzenlemenin yeniden düzenlenmesi yerinde olacaktır.
Rant vergisi, inşaat projesindeki yapım izni emsal ve/veya statü değişikliği gibi nedenlerle artış gösterdiğinde, bunun belli bir kısmının kamuya aktarılacak kısmına verilen isim olarak nitelendirilmektedir. Mesela, müteaahit bir arsa için inşaat yapım izni 4.000 m2 iken, belediye meclisinden alacağı bir kararla 6.000 m2’ye çıkartabilmektedir. Yeter ki belediye yetkili birimlerine bir şekilde karar aldırabilsin. Bu durum, elbette ki ilişkileri veya gücü olan müteahhitleri, diğerlerine karşı oldukça öne çıkarmaktadır. Bugün baktığımızda aynı muhitte 5-10 kat inşaat yapım izni verilmiş binalar varken, bazılarında 25-30 kata kadar inşaat yapma izni verilebilmektedir. Özellikle Ankara, İstanbul, İzmir gibi metropol şehirlerde bu durum ciddi rahatsızlıklara ve adaletsizliklere neden olmaktadır. Ayrıca, 3. Boğaz köprüsü veya Kanal İstanbul gibi önemli kamu yatımlarında ise önceden içsel bilgi alabilen yatırımcılar da çok ucuza bu arsaları kapatabilmektedirler.
Bu vergi özellikle ABD, Avrupa’da uygulanmakta, buna karşın Asya da ise sınırlı uygulanmaktadır. Ülkemizde de bu vergi aslında yeni değildir. 1970’lerde Gayrimenkul Kıymet Artış Vergisi getirilmekle birlikte, yaklaşık on yıl içinde baskılar nedeniyle kaldırılmıştır.
Rant vergisi, kamu kaynaklarının artması ve gelir adaletinin dengeli dağılımı açısından çok önemli olmakla birlikte, hukuka aykırı işlemleri önlemeye yetmeyecek, ama önemli düzeyde etkileyebileceği aşikardır. Rant vergisi, toplumda vergi adaleti için aranan en önemli vergilendirilebilir alanlardan birisi olarak karşımıza çıkmaktadır.
Ülkemizde 20/30 yıldır uygulanan teşvik sistemi 2012 de revize edilse dahi, doğu ve güneydoğuya amaçlanan önemli yatırımları çekememiştir. Bir diğer ifadeyle, yatırım teşvik mevzuatımız kendisinden beklenen adaletli gelir dağılımı, normal bir nüfus dağılımı, kalkınmada ve refahta eşit paylaşım gibi hiçbir ekonomik amaca hizmet etmemiştir.
Bize göre, 1. ve 2. Bölge yatırım teşvik belgelerine belki kademeli olarak %3-%5 gibi “doğu ve güneydoğuyu kalkındırma amacıyla fon” ihdas edip bu bölgelerde özel sektörün yapmadığı yatırımların devlet kanalıyla yapılması teşvik edilmiş olacaktır. Devletin bunları yapmakla ilgili bir görevinin olduğunu düşünmekteyiz. Bu misyon pek çok sorunu kendiliğinden çözebilecektir.
Vergi kanunlarımızda genel ve özel ödeme zamanları belirtilmiş olup, her vergi kanununda bunların taksitleri özel olarak yer almaktadır. Buna karşın, peşin ödeme arzusu olan mükelleflerin ödemelerini peşin olarak yapmaları durumunda belli bir indirim imkanının olması Hazine açısından gelirin daha erken elde edilmesine yol açabilecektir. Bu durumda, yapılacak bir yasal düzenlemeyle peşin tahsilatların teşvik edilmesi sağlanabilecektir. 6183 sayılı Kanunun Ek 1. Maddesinde erken ödemeye yönelik hüküm bulunsa da, oran %0 olarak belirlenmiştir.
Mükellefler tarafından uzun yıllardır talep edilen enflasyon düzenlemesi hatırlanacağı üzere 2003 yılında hayatımıza girmişti. 2003 yılında matrah üzerinde etkili olmayacak şekilde geçici, 2004 yılında ise matraha etki edecek şekilde fiilen hayatımıza girmiştir.
Enflasyon düzeltmesi, şirketin aktif ve pasif kıymetlerinin üzerindeki enflasyonist etkileri kaldırarak, bunların tarihi maliyetlerinin reel değerlerine getirilmesi, tarihi değerlerin enflasyon oranları kapsamında güncel değerlerine taşınması işlemidir. Bu işlem ile şirketlerin gerçek olmayan, reel nitelik taşımayan yüksek matrahlar üzerinden vergi ödenmesinin önüne geçilmesi amaçlanmıştı.
Kazançlarını bilanço esasına göre tespit eden gelir ve kurumlar vergisi mükellefleri fiyat endeksindeki artışın, içinde bulunulan dönem dahil son üç hesap döneminde %100'den ve içinde bulunulan hesap döneminde % 10'dan fazla olması halinde malî tablolarını enflasyon düzeltmesine tâbi tutacakları, enflasyon düzeltmesi uygulamasının, her iki şartın birlikte gerçekleşmemesi halinde sona ereceği hüküm altına alınmıştır.
Fakat, kanun hükmünde aranan “içinde bulunulan dönem dahil son üç hesap döneminde %100'den ve içinde bulunulan hesap döneminde % 10'dan fazla olması hali” 2004 yılından sonra ülkemizde sağlanamamıştır. Dolayısıyla, mükellefler (istisnalar hariç), 2004 yılında itibaren yüksek enflasyon altında ezilmiş, fiktif karlar üzerinden 16 yıldır yüksek vergi ödemişlerdir.
İşin esasında, mükellefler enflasyon düzeltmesi talep etmekle daha kötü bir sonuçla karşılaşmışlardır. Çünkü, enflasyon düzeltmesi kadar kapsamlı olmasa da, kısmi şekilde enflasyonist etkiyi ortadan kaldıran yeniden değerleme değer artışı, maliyet değer artış fonu, LIFO gibi çeşitli düzenlemeler vardı ve enflasyon düzeltmesi ile beraber bu hükümler yürürlükten kaldırılmıştır.
Bu nedenlerle, 16 yıldır gerçek olmayan yüksek matrahlar üzerinden vergi ödeyen mükelleflerimizin hak kayıplarını engellemek adına enflasyon düzeltmesinde aranan şartların yumuşatılmasında gözden geçirilerek yumuşatılmasında yarar bulunduğunu düşünmekteyiz.
Bildiğimiz üzere finans, bankacılık ve sigortacılık sektörlerinde faaliyet gösteren kurumlar ile kamu iktisadi teşebbüsleri hariç olmak üzere kurumlar vergisi mükelleflerinin sermaye şirketlerinin ilgili hesap dönemi içinde, ticaret siciline tescil edilmiş olan ödenmiş veya çıkarılmış sermaye tutarlarındaki nakdi sermaye artışları veya yeni kurulan sermaye şirketlerinde ödenmiş sermayenin nakit olarak karşılanan kısmı üzerinden nakit sermaye indirimi hakları bulunmaktadır.
Fakat, ülkemizde özellikle EPDK ya tabi şirketler başta olmak üzere, pek çok şirketin yasal olarak zaten asgari nakit sermaye ile kurulması zorunludur. Bu nedenle, kanunlarda yer alan nakit sermaye şartı taşıyan şirketlerin zaten nakit sermaye ile kurulmaları zorunlu iken, nakit sermaye sağlanmadan faaliyette bulunmaları mümkün değilken, bu mükelleflerin faaliyetlerinin hazine kaynağı ile finanse edilmesinin, vergi harcamaları ile toplumun kaynağının heba edilmesinin mantıklı, tutarlı ve adil hiçbir tarafı bulunmamaktadır.
Yasal olarak asgari nakit sermaye ile kurulmaları zorunlu olan tüm kurumlar için en azından asgari nakit sermaye kadar tutarın bu indirim hakkından yararlandırılmasının engellenmesi, bu tutarın üstündeki nakit sermaye tutarlarının ise bu haktan faydalandırılması da uygun olabilir.
Nakit sermaye ile kurulma gibi kanunla getirilen bir zorunluluğun toplumun vergileriyle teşvik edilmesi hakkaniyete uygun olmadığı düşüncesindeyiz.
Bildiğiniz üzere Serbest Meslek Erbaplarının vergilendirilme sistemi 193 Sayılı Gelir Vergisi Kanunu’nun 65. ve müteakip maddelerine göre tahsil esasında vergilendirilmesi prensibi üzerine inşa edilmiştir. Fakat, KDVK açısından ise milyonlarca vergi mükellefi olan bir kesim, tahsil etmese bile KDV ödemek zorunda bırakılmaktadır. Bu sistem vergi ödeme gücüne kavuşmadan vergi ödenmesini gerektirmekte, böylece tahsil esasına dayalı bulunan sistemi zorlamakta, sisteme zarar vermekte ve amaca hizmet etmemektedir.
Burada kamuoyunda KDV oranlarının indirilmesi ile ilgili bir beklenti olsa da, bu husus ta iyileştirme olmasa bile, sistemi daha sağlıklı, vergi kaybı yaratmayan, rasyonel, belge ve kayıt düzenine aykırı olmayacak şekilde çözmek mümkündür.
Serbest meslek erbapları tahsil etmese bile KDV açısından vergiyi doğuran olay gerçekleştiğinden makbuz kesmekte ve beyan etmektedir. Bu durum ilk başta Gelir Vergisi ve KDV Kanunun çelişmesi sonucunu çıkarmaktadır. Keza, sadece KDV tahsilatının yapıldığı ortamda KDV tutarı kadar (özelgeler dikkate alınarak) makbuz kesilmekte ve ilk makbuza atıf yapılarak sorunun çözülmesi önerilmektedir.
1 seri no’lu KDV Uygulama Genel Tebliğinde serbest meslek erbapları için sadece GVK’nın 18. Maddesine mucibince yapılan hizmetlere KDV tam tevkifat esasında beyan edilip ödenmektedir.
Düzenlemeye göre teslim ve hizmetleri münhasıran aynı Kanunun 94 üncü maddesinde belirtilen kişi, kurum ve kuruluşlara yapanların hesaplayacağı KDV’nin, bu kişi veya kuruluşlar tarafından sorumlu sıfatıyla beyan edilmesi gerekir. Serbest meslek erbabının bu uygulamadan faydalanabilmesi için KDV mükellefiyetinin sadece Gelir Vergisi Kanununun 18. maddesi kapsamına giren işlemlerden ibaret olması ve işlemlerinin tamamının aynı Kanunun 94 üncü maddesinde sayılan kişi, kurum ve kuruluşlara yapılması gerekmektedir.
Ayrıca, ilgili Uygulama Genel Tebliğinin (I/C-2.1.3.1/b) ayırımında sayılanlara-belirlenmiş alıcılara karşı ifa edilen etüt, plan-proje, danışmanlık, denetim ve benzeri hizmetlerde alıcılar tarafından (9/10) oranında KDV tevkifatı uygulanacağı hüküm altına alınmıştır.
Bu konudaki önerimiz, 193 sayılı Gelir Vergisi Kanunu ile 3065 sayılı KDVK arasındaki uygulama farklılığının ortadan kaldırılması adına KDV tutarı için KDV sorumluluğu olarak “tam tevkifat” kapsamında işlem yapılması, bunun sadece KDV mükellefi olan gerçek ve tüzel kişilerde geçerli olması, gerekirse isteğe bağlı olarak uygulanabilmesi, sadece KDV tahsilatı için tam tevkifat kapsamında makbuz kesilebilmesi, böylece serbest meslek faaliyetlerinin tahsilat yapmadan, vergi ödeme gücüne kavuşmadan vergi ödemelerinin önüne geçilmesi, ayrıca daha sonra tahsil edilen tutarın KDV sinin tahsil edildiğinde ikinci bir belge düzenlenme ile ilk düzenlenen belgeye atıf yapılması gibi gereksiz iş ve işlemlerin ortadan kaldırılması gündeme gelecektir.
Bu durumda, ekonomik açıdan daha zayıf konumda bulunan ve sermayeden ziyade şahsi mesai, ilmi ve mesleki bilgisi ile iş yapan önemli bir kesimi vergi ödenmesinde aracı konumundan çıkartacak, ekonomik olarak rahatlatacak ve tam anlamıyla amaca hizmet eden bir vergi sistemine uygun hale getirecektir.
Gelir ve kurumlar vergisi mükellefleri, yasal açıdan 6 ay olmasına karşın yetki kullanımı sonunda 3 ayda bir gelir veya kurumlar geçici vergi beyannamesi vermektedirler. Bu çerçevede, önceki dönem geçici vergi ödemiş olan mükellefler, yıllık gelir veya kurumlar vergisine mahsuben alınan bir vergi olan geçici vergiyi ertesi yılın Mart veya Nisan ayına kadar iade imkanına kavuşamamaktadırlar.
Bu nedenle, mükelleflerin yıl içinde ödedikleri geçici verginin, dolayısıyla matrahının sonraki geçici vergi dönemlerinde zarar veya buna benzer nedenlerle ortadan kalkması veya azalması durumunda aradaki geçici vergi farkının mükelleflere nakden veya mahsuben yıl içinde iade edilmesinin çağdaş bir vergi sisteminden beklenen bir uygulama olacağını ifade etmek isteriz.
Bahsi geçen vergi tutarının en azından mükelleflerin diğer vergi borçlarına mahsuben ödenmesinde kullanılmasına imkan tanınması gerekmektedir. Bu tür mükelleflerin yıl içinde nakden veya mahsuben iade imkanları sadece tam tasdik denetim yaptıran mükellefler için de getirilebilir.
Aksi takdirde, zarar eden mükelleflerin önceden ödemiş oldukları geçici vergilere haksız ve adil olmayan şekilde neredeyse asgari 1 yıldan fazla Hazine tarafından el konulmuş olmaktadır.
Çağdaş bir vergi sistemi, mükellef haklarını da düşünerek kurgulanmalı, en azından mükellef haklarının da tesisi için kurumsal yapıların oluşturulmaya çalışıldığı dönemlerde bu tür önlemlerin alınması gereklidir.
Mevcut düzenlemeye göre vergi ziyaına sebebiyet vermekten veya usulsüzlükten dolayı ceza kesilen ve cezası “kesinleşenlere”, cezanın kesinleştiği tarihi takip eden yılın başından başlamak üzere vergi ziyaında beş, usulsüzlükte iki yıl içinde tekrar ceza kesilmesi durumunda, vergi ziyaı cezası yüzde elli, usulsüzlük cezası yüzde yirmibeş oranında artırılmak suretiyle uygulanmaktadır.
Bu kanun hükmü ile, sembolik veya önemsiz bazı vergi zıyaı cezalarının (usulsüzlük cezalarının) mükellefler tarafından ihtilaf konusu yapılmadan ödenerek sonradan ağır bir vergi zıyaı cezalı tarhiyat ile karşılaşması durumunda %50 artırımlı (usulsüzlükte %25 artırımlı) ceza uygulanması bize göre adil bir sonuç değildir.
Örneğin, 1, 3 veya 5-TL gibi sembolik vergi zıyaı cezası ile karşılan mükelleflerin, haklı veya haksız olduğu bu durumu ihtilaf konusu yapmayarak ödediği takdirde, ileride karşılaşabileceği ağır vergi zıyaı cezalarının %50 artırılarak uygulanması hukuka uygun değildir.
Bu düzenlemenin günün şartlarına ve kanun hükmünün ihtiyaçlarına uygun şekilde yeniden ele alınmasında yarar bulunmaktadır.
[1]Makale konularını yazıldığı dönem dikkate alınarak güncel mevzuat açısından değerlendirmenizi rica ederiz. Gerekli olması halinde konunun spesifik boyutları da dikkate alınarak bir uzmana danışmakta yarar olduğu düşünülmektedir. Makalenin Tüm Hakları Şirketimize ve Yazarına Aittir. İzinsiz çoğaltılamaz, dağıtılamaz, kopyalanamaz, amacı dışında ve atıf yapmadan kullanılamaz. Aksi takdirde derhal yasal işlem yapılacaktır. Soru, görüş, öneri ve değerlendirmelerinizi aşağıdaki iletişim adreslerine iletmenizi rica ederiz:
Adres: İstanbul Merkez Ofis 1 (YMM Hizmetleri): Şenlikköy Mahallesi Yaşar Kemal Sokak No:3 Daire: 5 Florya Bakırköy-İstanbul
Tel : GSM(İş):(0505) 680 42 54
:(0212)592 00 92
Faks :(0212) 592 00 92
Mail :info@adenymm.com.tr
:cakmakciali@adenymm.com.tr,
[1] Prof Dr. AKDOĞAN, Abdurrahman; “Kamu Maliyesi“; Altıncı Baskı; Kasım 1997; Gazi Kitabevi; sf (277);
[2] Vergi, iktidarlar tarafından siyasi bir karar olabilir, burada eşitlik, adalet, mali güce göre vergilendirme ilkelerinden ayrılmamayı ve mülkiyet hakkının korunduğu bir düzeni ifade ediyoruz.
[3] https://www.researchgate.net/publication/328049043_Maliye_Politikasi_Araclarinin_Ic_Gocteki_Rolu_Tiebout_Hipotezi
[4] Konu ile ilgili detaylı Makalemiz internet adresimizde yer almaktadır: “https://www.adenymm.com.tr/menkul-sermaye-iratlarinda-emsal-guvenlik-maddesi-olabilir-mi-olmali-mi”
[5] Makalemiz için; “http://www.alomaliye.com/2019/01/14/vergide-yapisal-reform/”
[6] Enerji verimliliğinin artırılmasına yönelik önlemlerin uygulanması ile özellik veya görünümleri kabul edilemez derecede değişecek olan sanayi alanlarında işletme ve üretim faaliyetleri yürütülen, ibadet yeri olarak kullanılan, planlanan kullanım süresi iki yıldan az olan, yılın dört ayından daha az kullanılan, toplam kullanım alanı elli metrekarenin altında olan binalar, koruma altındaki bina veya anıtlar, tarımsal binalar ve atölyeler, bu Kanun kapsamı dışındadır.
[7] Konuya ilişkin eski bir röportajımız için;
“https://www.adenymm.com.tr/hukumetin-gundemindeki-rant-vergisi-nedir-golbasililari-rant-vergisinde-neler-beklemektedir-“