Ali ÇAKMAKCI[1]
I-Giriş:
Bilindiği üzere, devletlerin sahip olduğu iktisadi kuruluşlar 1970’li dönemlerde dünya ekonomisinde görülen büyük krizin esas sorumlusu olarak görülmüştür. 1979 yılında yaşanan petrol krizi ise, devletin artık ekonomi hayatının dışında kalması gerektiğini ve liberal eksenli politikalar çerçevesinde sadece oyunun kurallarını belirlemesi gerektiğini göstermesi yönünden son derece önemlidir. 1970’lerde devletin iktisadi işletmelerine yönelik bakış açısı, bir anlamda 1929’larda yaşanan krizin çözümü için Keynes tarafından ortaya konan iktisadi düşüncenin de sonu olmuştur. Zira bu dönemde yaşanan ekonomik kriz, 1929 döneminden oldukça farklı gerekçeler ve sonuçlar taşımaktadır.
Dünya ekonomisinde yaşanan bu olumsuz gelişmeler neticesinde, 1979 ve sonrası dönemde özellikle gelişmekte olan ülkeler içerisinde bulunduğu borç sarmalından kurtulmak için yeni kaynak arayışları içine girmişlerdir. Bunun sonucu olarak ise liberal eksenli bir politikanın ürünü olan özelleştirme uygulamaları zamanla tüm dünyada vücut bulmuştur. Gelişmekte olan ülkeler, bu uygulamaları kaynak yaratma amacıyla mali nedenlere dayanarak gerçekleştirmekle birlikte, gelişmiş ekonomiler ise sermaye tabanının genişlemesi, rekabet, gelir adaletinin sağlanması, sermaye piyasalarının gelişmesi, etkinlik ve verimlilik gibi amaçların sağlanması için kullanmışlardır.
Yakın tarihe bakıldığı zaman, özelleştirme konusunda en kararlı politikaların genelde gelişmiş ülkeler tarafından oluşturulmaya çalışıldığına tanık olmaktayız. Gelişmekte olan ülkeler ise bu adımları atmakta yeteri kadar başarılı olamamışlardır. Türkiye ise, yaşanan temel ekonomi sorunları dolayısıyla 20 Ocak 1980 kararları ile şok tedbirler ortaya koymuş olmakla birlikte, 2000’li yıllara kadar özelleştirme konusunda başarılı bir politika oluşturamamıştır. Bunun temel nedenleri olarak ise; siyasi istikrarın bir türlü sağlanamamış olması, kamu iktisadi kuruluşlarının siyasi rant aracı olarak kullanılmak istenmesi, özelleştirme uygulamaları üzerindeki baskı gruplarının eleştirileri, doğal monopol yapılarının varlığı (ki doğal monopol yapılarının rekabete açılması iktisadi etkinliği ortadan kaldırmaktadır.) , işsizlik sorunu, uygulamalar konusunda başarı için gereken hukuki ortamın sağlanamaması, bu kuruluşların bazılarının yüklendikleri özel görevler nedeniyle gelir adaletini sağlamakta önemli rol sahibi olmaları, zamanlama sorunu, yaratılan dışsallıklar vs olarak ifade edilebilir.
Bu yazımız kapsamında dünya’nın özelleştirme konusunda geçirdiği aşamalara makro düzeyde değinilecektir. Daha sonra ise IMF, Dünya Bankası gibi uluslararası kurum ve kuruluşlar ile Avrupa Birliği çerçevesinde özelleştirmeye olan yaklaşımlar açıklanmaya çalışılacaktır.
II-Ekonomi Politikası Olarak Özelleştirmeye Verilen Önem:
Özelleştirme 1980’li yıllardan itibaren gelişmişlik derecelerine bağlı olmaksızın 60’dan fazla ülkede uygulanmıştır. IMF ve Dünya Bankası kredi verme koşullarını, ülkede piyasa ekonomisi kurallarının geçerli olması için gerekli idari düzenlemelerin yapılmasına, kamu girişimciliğinin alanının daraltılmasına yönelik önlemlerin uygulamaya konulmasına bağlamışlardır. Gerçekleştirilen ve Banka tarafından desteklenen özelleştirme uygulamaları her programın özel koşullar dikkate alınarak uygulanması gerektiğini, başarının, hükümetlerin bu konudaki kararlılıklarına, alıcının yönetim kapasitelerine, ülkede özel sektörün gelişmişlik düzeyine bağlı olduğunu göstermiştir[2].
Dünya devletlerine 1970 yılında yaşanan krize çözüm olarak önerilen liberal politikaların temelini özelleştirme uygulamaları oluşturmaktadır. Bu çerçevede özelleştirme konusunda ilk adımları İngiltere ve Şili atmıştır[3]. İngiltere ve Şili’yi ise Meksika ve Arjantin gibi Latin Amerika ülkeleri takip etmiştir. İngiltere’de kamu sektörüne ait işletmelerin karlılıklarında 1965 yılından beri görülen devamlı düşme eğiliminin, özellikle 1970’lerin başından itibaren hızlanma eğilimi göstermesi özelleştirme konusundaki gelişmelerin başlangıcını oluşturmuştur[4].
Özelleştirme konusunda İngiltere’nin sağladığı ve diğer ülkeleri de cesaretlendiren uygulamaların başlıca nedeni Thatcher hükümeti tarafından uygulanan ve “Muhafazakar Kapitalizm” olarak ifade edilen politikalardan kaynaklanmaktadır. ABD başkanı Ronald Reagan’ın ise 1980 ve sonrasında uyguladığı ve çağdaş iktisadi düşüncelerin iktisadi arenada ön plana çıkmasında önemli rol oynayan politikaların başlıcaları kamu harcamalarının azaltılması, bütçe dengesi, gelir ve kurumlar vergisi oranlarının düşürülmesi, istikrarlı bir para politikası ve özelleştirme uygulamalarıdır. Bu politika ile enflasyon oranları kontrol altında tutulabilecek ve ekonomi gelişebilecektir. İngiltere’de de Thatcher hükümetinin benimsediği ve desteklediği bu politikalar özelleştirme konusunda hızlı ve kararlı yol alınmasına neden olmuştur. Böylelikle İngiltere’de özellikle sektörel anlamda yasal ve kurumsal düzenlemelerin ve kontrollerin kaldırılması ve millileştirilmiş endüstrilerin özelleştirilmesi başlıca önemli politika uygulamaları olmuş ve sözkonusu politikalar (Reaganomics ve Thatchersim) kısa sürede Japonya, Kanada, Almanya, Avustralya gibi gelişmiş ekonomilerde de benimsenmiştir[5].
İngiltere haricinde Şili, Meksika ve Arjantin’de özelleştirme esas olarak dış borç ödemelerine ve artan bütçe açıklarına yönelik bir önlem olarak gündeme gelirken, İngiltere’de özelleştirmenin başlıca amacı, ekonomide rekabet kurallarına işlerlik kazandırılması, kamu kesimindeki savurganlığın önlenmesi, tüketicinin korunması gibi çok sayıda fonksiyonu yerine getirmek olmuştur[6]. Batı Almanya ise, doğu ile birleştikten sonra, doğuya ait olan dev ve hantal yapıdaki işletmeleri, serbest piyasa ekonomisinin yapısına uyum sağlayabilecek ve Avrupa Topluluğu standartlarında işlev görebilecek seviyeye getirmek için farklı bir özelleştirme programı uygulamaya koymuştur. Doğu Alman şirketlerinin içinde bulundukları yapılanmanın olumsuzluklarına rağmen, Almanya’da başarılı bir özelleştirme programı devam etmektedir[7]. İngiltere, Almanya ve Doğu Avrupa ülkelerinde çoğu kez, daha önce devletleştirilen kuruluşların yeniden eski sahiplerine geri verilmesi (denati-onalization) biçiminde bir uygulama ağırlık kazanmıştır. Diğer taraftan, Japonya'da 1986, Güney Kore ile Şili'de ise 1989 yılından sonra önemli özelleştirme programları uygulamaya konulmamıştır. Gelişmiş ülkelerde, piyasa ekonomisinde etkinliğin sağlanması özelleştirmenin temel hedefi olurken; gelişmekte olan ülkelerde ise, bütçe açığının kapatılması, dış borçların finanse edilmesi, kamu ekonomik kuruluşlarındaki kötü yönetim ve rüşvet olayları ile mücadele etme amaçlarıyla özelleştirme yapılmaktadır. Gelişmiş ülkelerde en kapsamlı özelleştirme İngiltere'de gerçekleştirilmiştir. Özelleştirme sonrası bu ülkede, enflasyon oranının düşürülmesinde başarı sağlanmış ancak, işsizlik oranı tarihindeki en yüksek düzeyine çıkmıştır. Benzer olumsuzluk son yıllarda birleşmeden sonra Almanya'da da görülmektedir[8].
Sosyalist blokun çökmesi ile birlikte yeniden yapılanan Doğu Avrupa ülkelerinde, ekonomideki tıkanıklıkların sebebinin merkezi yönetim eksenli yapılanma olması teşhisi nedeniyle, özelleştirme uygulamalarını bir cankurtaran simidi olarak değerlendirmişler ve devlete ait binlerce teşebbüsün rekabete açılarak serbest piyasa düzenine uygun çalışması için yoğun bir gayret içinde bulunmuşlardır. Bu ülkelerde yıllardır hakim olan bürokratik ve aşırı merkeziyetçi yapı hızla çözülürken, siyasal ve ekonomik kimlik değişime uğramaktadır. Bu nedenle, Varşova’dan Prag’a, Budapeşte’den Bükreş’e kadar tüm Doğu Avrupa ülkelerinde özelleştirme programları ardı ardına hayata geçirilmektedir[9].
Özelleştirme, ABD’de en belirgin biçimiyle genel ve yerel düzeyde revaç bulmuştur. Bütçe fonlarının azalması ve artan vergilere karşı gelişen hoşnutsuzlukla karşılaşan politikacılar, kamu altyapı yatırımları ve hizmetlerinin özel kesimce gerçekleştirmesi için zorlanmıştır. Federal düzeyde özelleştirme, Başkan Reagan’ın kurduğu Federal Mülkiyeti İnceleme Teşkilatı (Federal Property Review Board) ile 1982 Şubat’ında başlamıştır. Aslında, yapısal olarak da özel teşebbüse ağırlık veren ABD ekonomisinde, büyük bir güce sahip olan haberleşme ve telekomünikasyon hizmetlerinde öncü bir uygulama ile özelleştirilmeye geçilmiş ve bu alanda rekabetçi bir piyasa yapısı oluşturulması yönünde ciddi adımlar atılarak, yerel şebeke işlemcilerinin tamamı özelleştirilmiştir. Bunlardan ayrı olarak havayolları, demiryolları, yük taşımacılığı ve otobüs hizmetleri yasal düzenleme ve müdahaleler dışında bırakılmış, yapılan değişikliklerle bu sektörlerde yasal-kurumsal serbestleşme süreci tamamlanmıştır. ABD’de gerçekleştirilen özelleştirme uygulamaları oldukça yararlı sonuçlar vermiş, ilgili sektörlerdeki rekabeti ve verimliliği arttırmışlardır[10].
Geçiş ekonomileri (geçiş ekonomileri geniş anlamda eski sosyalist planlı ekonomilerin piyasa mekanizmalarına geçişlerini ifade etmektedir[11]) ise özelleştirme konusunda çok başarılı olamamışlardır. Bu konuda gereken adımı atacak olan devlet aktif görevler yüklenmek zorunda kalmıştır. Geçiş ekonomilerinde devletin dönüşümü en zor konulardan biridir. Devletin her şeyi kontrol eden planlayan bir konumdan, ekonomiyi ve hukuki ortamı piyasa ekonomisine geçiş için düzenleyen konuma gelmesi kaçınılmazdır. Bu dönüşümü gerçekleştirecek kadrolar ise sosyalist devlet geleneğinden gelen kadrolardır[12].
Sözkonusu ekonomilerin özelleştirme konusundaki başarısızlıklarının temel nedenleri olarak; bu ülkelerin hızlı değişimi gerçekleştirecek bir devlet yapısına sahip olamamaları, özelleştirme konusunda isteksiz bir bürokratik yapının varlığı, özelleştirmenin hızı konusunda verilecek kararsızlık (sermaye piyasalarının oldukça sığ ve küçük olması ile birlikte sermaye birikimin yetersiz olması gibi nedenler özelleştirmeyi yavaşlatacak unsurlar olarak göze çarpmaktadır) veya zamanlama sorunu, özelleştirmeye yön verecek yasal mevzuatın bulunmaması, merkezi ya da planlı ekonominin görevini piyasa ekonomisinin taşıyamayacağına yönelik olan görüşler ve toplumsal mutabakatın sağlanamaması olarak sayabiliriz.
Özelleştirme konusunda devletlerin sağladığı gelirlerin düzeyine bakıldığı zaman ise (Tablo 2) bu konuda en başarılı devletin Fransa olduğu gözlemlenmektedir. 2005 yılına kadar ki uygulamalara göre; yaklaşık 30-35 milyar Euro gelir düzeyi ile özelleştirme uygulamalarından en büyük geliri sağlayan ülkenin Fransa olduğu anlaşılmaktadır. Fransa’yı ise yaklaşık 20 milyar Euro özelleştirme geliri ile İtalya takip etmektedir. Türkiye ise 2000’li yıllara kadar özelleştirme konusunda çok başarılı olmasa da, son 8 yıllık dönemde ciddi başarılar elde etmiştir. Türkiye’de gerçekleştirilen özelleştirme uygulamaları ile birlikte 1986-2008 döneminde hantal yapılı, iktisadi ve rasyonel yönetim tarzından uzak şekilde yönetilen ve zarar eden mali ve iktisadi kuruluşlar teker teker elden çıkarılırken devlet, temel görevlerine dönme eğilimine girmiştir. 1986 yılından beri temel politika olarak kullanılan özelleştirme, özellikle 2002-2007 yılları arasında hız kazanmış ve maliye politikasının temel politika araçlarından biri haline gelmiştir.
Özelleştirme Yöntemi | Yıllar | 1986-2006 | 2007 | 2008 | Toplam |
($) | ($) | ($) | ($) | ||
Blok Satış | 18.158.793.478 | 0 | 0 | 18.158.793.478 | |
Tesis/Varlık Satışı | 2.525.240.577 | 2.294.115.997 | 328.638 | 4.819.685.212 | |
Halka Arz | 3.341.559.629 | 1.838.642.981 | 0 | 5.180.202.610 | |
İMKB'de Satış | 1.261.053.768 | 0 | 0 | 1.261.053.768 | |
Yarım Kalmış Tesis Satışı | 4.368.792 | 0 | 0 | 4.368.792 | |
Bedelli Devirler | 491.726.230 | 97.012.689 | 12.556.753 | 601.295.672 | |
TOPLAM | 25.782.742.474 | 4.229.771.667 | 12.885.391 | 30.025.399.532 |
Tablo 1: Türkiye’nin Özelleştirme Uygulamalarından Sağladığı Gelir[13]
1986-2005 yıllarına ilişkin olarak toplam 17.6 milyar $ tutarında özelleştirme geliri elde edilmiş ve bunun yaklaşık 8.2 milyar $’ı 2005 yılı uygulamalarından kaynaklanmıştır. Bu anlamda 2005 yılı özelleştirme uygulamaları yönünden başarılı kabul edilebilir. 2008 yılının ise nihai sonuçları oluşmamakla birlikte, 2008 yılı içerisinde şu ana kadar toplam 12.885.391-$ düzeyinde gelir sağlanmıştır. Böylece özelleştirme uygulamalarından 1986-2008 döneminde toplam olarak 30.025.399.532-$ düzeyinde gelir sağlanmıştır. Fakat özelleştirme gelirleri konusunda yorum yapabilmek için, Türkiye’ye doğrudan gelen yabancı sermaye yatırımlarını da dikkate almak gerekmektedir.
Doğrudan yabancı sermaye yatırımı yoluyla Türkiye’ye giriş yapan yabancı kaynaklı sermaye yatırımları tutarının 1981-2007 döneminde toplam olarak 52.8 milyar $ düzeyinde gerçekleştiği anlaşılmaktadır[14]. Bu sermaye girişlerinin ise yaklaşık 42.7 milyar $ tutarı 2000-2007 döneminde gerçekleşmiştir. Bir başka bakış açısıyla Türkiye’ye yatırım amacıyla gelen yabancı kaynaklı sermaye, özelleştirme uygulamalarının arttığı dönemle paralel olarak Türkiye’ye giriş yapmıştır. Bunun en temel nedeni 2000 ve 2001 finansal krizinden sonra mali disiplinde ve ekonomik istikrarda yaşanan olumlu gelişmeler olarak dikkati çekmektedir. Dikkat edileceği üzere Türkiye, son 20 yıllık dönemdeki (özellikle son 5-6 yıllık dönemdeki) özelleştirme performansıyla aynı dönemdeki yabancı sermaye yatırımlarının yaklaşık yarısını sağlamayı başarmıştır. Yabancı sermaye girişlerinin 2005, 2006 ve 2007 yıllarında yaklaşık 34 milyar $ tutarında sağlanmasının temel nedenleri ise enflasyon konusunda son 30-35 yıllık süreçte en iyi gelişimin sağlanmış olması, faiz oranlarında sağlanan istikrar, döviz kurunda belirsizlik ortamının ortadan kalkması, ekonomide sürdürülebilir bir gelişme sağlamasıyla birlikte siyasal yönden sağlanan istikrar ve uluslararası gelişmeler olarak gösterilebilir. Yabancı sermayenin yanında ciddi düzeyde özelleştirme gelirleri sağlanması iktisadi anlamda farklı sonuçlarda doğurmaktadır. Zira doğrudan gelen yabancı sermaye yeni yatırım şeklinde Türkiye’ye giriş yaparken, özelleştirme kanalıyla gelen yabancı sermaye hali hazırda yapılmış olan yatırımların alımında kullanılmaktadır. Özelleştirme gelirleri, Türkiye gibi gelişmekte olan ülkelerde borç ödemelerinde ve kamu açıklarının kapatılması için kullanılırken yeni yatırımlara dönme imkanı bulunmamaktadır; çünkü özelleştirmenin temel mantığını mali amaçlar oluşturmaktadır. Yabancı sermaye girişlerinin doğrudan yatırım şeklinde sağlanması ise ekonomide çogaltan mekanizması yoluyla farklı etki yapmaktadır. Özellikle ekonomide alt sektörü oldukça fazla olan yatırım alanlarına giren yabancı sermaye çoğaltan mekanizması sayesinde ulusal gelir üzerinde belli bir zaman diliminde istenen olumlu etkiyi yapabilecektir. Yabancıların ise uygulanmakta olan makro ekonomi politikaları nedeniyle artık Türkiye’de önceden yapılmış yatırım alanlarına yönelmesi yabancı sermaye kaynaklı büyümeyi daha ılımlı hale getirmektedir.
Özelleştirme gelirleri konusunda Çin ve Japonya ise, son dönemlerdeki başarıları ile Türkiye’yi takip etmektedir. Özelleştirme gelirlerine bakıldığı zaman, bu konuda çaba gösteren ülkelerin genelde gelişmişlik düzeyi yüksek olan ülkeler olduğu anlaşılmaktadır. Özelleştirme konusunda ilk adımları atan İngiltere ve Şili ise diğer devletlerin gerisinde kalmıştır. Yine, özelleştirme uygulamaları konusunda Japonya ve Çin ayrı bir köşede tutulursa, bu konuda özellikle Avrupa Birliği ülkelerinin önde yer aldığı görülmektedir.
Avrupa Ekonomik Topluluğu (AET) ve Türkiye arasında Ankara'da imzalanan 12 Eylül 1963 tarihli Ankara Antlaşması ile 1 Aralık 1964 tarihinden itibaren "ortak üye" statüsü kapsamına girilmiştir. Tam üyeliğe geçebilmek amacıyla hazırlık dönemi, Gümrük Birliği'ne geçiş dönemi ve son dönem öngörülmüştür. 1970 yılında imzalanan Katma Protokol ile Gümrük Birliği'ne geçiş dönemine ilişkin koşullar saptanmıştır. 14 Nisan 1987 tarihinde de Türkiye, Avrupa Topluluğu'na tam üyelik için başvurmuş fakat talebi olumlu karşılanmamıştır. Daha sonraki süreçte ise 1999 Helsinki Zirvesi’nde aday ülke statüsü kazanılmıştır. Özelleştirme ilk defa, 2001 yılındaki Avrupa Birliği Müktesebatının Üstlenilmesine İlişkin Türkiye Ulusal Programı’nda yer almıştır. Adı geçen programda; telekomünikasyon ve enerji sektörünün rekabete açılması ve devletin ekonomideki işlev ve ağırlığının azaltılarak özelleştirme çalışmalarının hızlandırılması öngörülmüştür. 2003 yılında revize edilen Ulusal Program’da ise özelleştirme kuruluş ve sektör bazında daha ayrıntılı olarak yer almıştır[15]. Ulusal Program’larda genel olarak öngörülen yapısal reformlar ile makroekonomik dengelerin ve bu dengelerin istikrarı üzerine temel politikalar üretilmiştir. Böylece sürdürülebilir bir büyüme ortamına kavuşulması, piyasa kurallarına dayalı ve rekabet gücü yüksek bir ekonomik yapının oluşturulması ve Kopenhag kriterlerine uyum sağlanması hedeflenmektedir. Yapısal reformlar Ulusal Program’larda belirlenirken, özelleştirme uygulamaları her zaman öncelikli bir reform aracı olagelmiştir.
Sözkonusu Avrupa Topluluğu (AT)’nun 222’inci maddesi mülkiyet konusunda üye devletleri serbest bırakmaktadır, yani girişimler kamu mülkiyetinde bulunabilir. Ancak mülkiyet kimde olursa olsun girişimler AT Antlaşması’na aykırı bulunmamalıdır. Adı geçen Antlaşma’nın 90/1’inci maddesinde üye devletlerin kamu girişimleri ve özel hak ve imtiyazlar verilmiş olan girişimlerle ilgili olarak antlaşmanın kurallarına aykırı herhangi bir önlem alamayacakları, buna ulus bazında ayrım yapmama ve rekabet ve sübvansiyon kurallarının da dahil olduğu ifade edilmektedir.
Burada dikkati çeken husus, Antlaşma’nın kamu-özel ayrımı yapmamasıdır; bir başka deyişle AT Antlaşması mülkiyet açısından tarafsızdır. Dolayısıyla özelleştirme uygulamaları AT rekabet kuralları açısından bir özellik taşımamaktadır; özelleştirme yalnızca mülkiyetin kamudan özele aktarılmasıdır ve de mülkiyetin özel kesim içinde el değiştirmesinden daha farklı bir değerlendirmeye tabi tutulmamalıdır.
Artık kamu girişimlerine ve kamu ya da özel imtiyazlı girişimlere karşı tarafsız bir tutum içerisinde olan Roma Antlaşması, serbest piyasaları öne çıkaran Maastricht Antlaşması ile revize edilmiş gözüküyor. AB Antlaşması’nın 3/a maddesinde; “ üye devletlerin ve Topluluğun aktiviteleri, serbest rekabetin olduğu bir açık piyasa ekonomisinin ilkeleri ile uyumlu olarak sürdürülen bir iktisat politikasına göre yürütülmelidir” hükmü yer almaktadır[16].
Avrupa Topluluğu’nun kamu ya da özel girişimciliğe olan bakışı devletlerin uygulamalarına bırakılmış olmakla birlikte, sorun rekabet ve eşitlik ilkelerinde aranmaktadır. Dikkat edileceği üzere birlik, üçüncü devletlere karşı ortak uyum kararları alması yönünden önem taşımaktadır. Birlik, özelleştirme uygulamalarında devletleri serbest bırakmakla birlikte, uygulamaların amacının etkin ve kusursuz işleyen piyasa olması yönündedir. Bu koşullar için rekabet kuralları son derece önem arz etmektedir. 4054 sayılı Rekabetin Korunması Hakkındaki Kanun, AB (Avrupa Birliği) rekabet mevzuatına uyum sağlamayı ön plana aldığı için, yasa hazırlıklarının yapıldığı sırada AB rekabet kuralları esas alınmıştır[17].
4046 sayılı Kanun’da yabancılar için özel engeller yoktur. 1999 yılında 1982 Anayasası’nın 125’inci maddesine eklenen bir kuralla, imtiyaz şartlaşma ve sözleşmelerinden doğan uyuşmazlıklarda yabancı şirketlere uluslararası tahkime başvurma olanağı sağlanmıştır. Telekom gibi ihalesi yapılan ancak henüz sonuçlandırılmayan özelleştirmeler ayrık tutulursa[18], Haziran 2005'e kadar özelleştirme kapsamında 1.350 milyon doları uluslararası halka arz, 300 milyon doları blok ve varlık satışı olmak üzere toplam 1.650 milyon dolarlık yabancı sermaye girişi sağlanmış olup, bu tutar toplam özelleştirme gelirlerinin %16’sıdır[19]. Türkiye örneğinde özelleştirme uygulamalarından şu ana kadar ise, yaklaşık 30 milyar $ civarında gelir elde edilmiştir.
IMF, 1930’larda yaşanan ekonomik sorunların çözümü neticesinde 1944 yılında kurulmuş uluslararası bir kurumdur. Temel olarak kuruluş amaçları; ekonomisi istikrarsızlık içinde olan dış ödeme açıkları veren ülkelere kısa süreli kredi sağlamak; uluslararası parasal ilişkilerin düzenli ve uyum içinde olan gelişmesini denetlemek ve gözetlemek; üye ülkelerin, uluslararası ticari bankalara veya resmi kuruluşlara olan ve ödenemeyen borçlarının ortaya çıkması durumunda sorunun çözümü için aracılık yapma; yeni ödeme planları ve borç erteleme anlaşmaları hazırlamak; yeni üstlenilen bir görev olarak üye ülkelerdeki makro ekonomik ve yapısal uyum politikalarına destek sağlamak; dış ticaret ve kambiyo rejimlerinin liberasyonu ve rasyonelleştirilmesi gibi konularda üyelere teknik yardım ve eğitim hizmetleri sunmak; üye ülkeleri dış ticaret politikalarını liberalleştirmeye özendirmek üzere çalışmalarda bulunmaktır.
IMF’un uluslararası para piyasasında kredi arayan ülkelere önerdiği kararlılık, diğer bir ifadeyle istikrar politikalarının başında kamu harcamalarının azaltılması ve sermaye birikimi ile kalkınmanın özel girişim ile sağlanması amaçlanmaktadır. Liberal politikaların savunucusu bu uluslararası kurumlar, kamu maliyesinde verimsiz harcama kalemi olarak dikkate alınan askeri harcamaların azaltılması yerine yatırımların azaltılması, subvansiyonların azaltılması gibi önerilerde bulunmakta hatta bunları şart koşmaktadırlar. Bu istikrar politikalarının ya da yapısal uyum kararlarının odak noktası ise özelleştirme uygulamaları olmaktadır. Serbest piyasa koşullarına öncelik verilmesi, özel kesimin kaynak dağılımında ve tahsisindeki rasyonel ve hızlı karar verme yeteneklerinden yararlanılarak kamunun başarısızlığını kamu kuruluşlarını özel sektöre devrederek ortadan kaldırılması yönündeki uygulamalar, hem Dünya Bankası, IMF gibi kurumlar nezdinde hem de uluslararası finans piyasalarında kredi sağlama koşullarının başlıca yolu olarak görülmektedir. Bu yapısal uyum kararları ile kamu kurumlarının boş bıraktığı alanlara yabancı sermaye girebilecek ve genelde yüksek karlılık vadeden bu alanlardan oldukça yüksek gelirler elde edilebilecektir. Ayrıca IMF’e göre uygulama ile döviz cinsinden gelir elde edilmesi beklenmekte, böylelikle kamu açıklarının kapatılması ve dış borçların ödenmesinin mümkün olacağı düşünülmektedir.
Dünya ekonomisinin geçen yüzyılın son çeyreğinde içine girdiği kriz ortamı bir çok ülkede özelleştirme de dahil olmak üzere birçok yapısal uyum programları ve istikrar politikaları gerektirmiştir. Ortaya çıkan yeni ekonomik istikrar modelleri kamu sektörünün daraltılmasını ve ekonominin piyasa mekanizmasına duyulan güven üzerine inşa edilmesini gerekli kılmıştır. Sınai üretim ise temelde piyasa tarafından yani üretici ve tüketici etkileşimi ile yönetilmeye çalışılmıştır. Özellikle 1979 ve sonrası dönemde yaşanan derin ve uzun resesyon dönemine ilişkin olarak türetilen neo- liberal politikalar özünde iki temel değişkene dayanmaktadır:
1-Piyasanın deregülasyonu,
2-Özelleştirme uygulamaları.
Keynesci birikim modelinin yarattığı güçlü devlet ekonomilerinin aksine neo-liberal politikalar, güçlü piyasa mekanizması sistemine itibar etmektedir. Aslında neo-liberal politikalar liberal politikaların ya da düşüncelerin farklı konjöktürde ya da farklı olanaklarla yeniden vücut bulmasına yarayan bir düşüncedir. IMF (International Money Fund) ve Dünya Bankası’nın önerdiği temel politikaların bir ürünü bu politikalardır. Bu politikalarda ekonominin liberalleşmesi hedeflenmekte ve finansal piyasalar düregüle edilmektedir. Böylece devletin geçmişten gelen piyasa hakimiyeti ya da geleneksel fonsiyonları terk edilmekte ve kamu ekonomisinin tasfiyesi anlamına gelebilecek özelleştirme uygulamaları yapılmaktadır. Özellikle 1980’li dönemler boyunca borç sarmalından kurtulamayan az gelişmiş ya da gelişmekte olan ülkelere dayatılan temel yapısal uyum politikalarından bazıları ücret düzeylerinin kontrol altında tutulmasına yönelik sıkı maliye politikaları, serbest ticaret, liberal finans ve sermaye piyasaları, özelleştirme uygulamaları ile kamu kesimi borçlanma gereğinin azaltılmasına yönelik önlemler paketidir. Bu uygulamaların çoğunun başında ise özelleştirme uygulamaları gelmiştir. Bu politikalar ile ithal ikameci politikalar terk edilmekte, az gelişmiş ya da gelişmekte olan ülkelerin finans piyasaları ile iç pazar yabancı kesimlerin eline geçebilmektedir. Özellikle 1980’li dönemler boyunca yaşanan borç düzeyinin ve kamu açıklarının temel sorumlusu KİT (Kamu İktisadi Kuruluşu)’ler olarak gösterilmiş ve sözkonusu işletmeler özel sektörü destekleyici değil, engelleyici olarak görülmüşlerdir. Yeni klasik ekol; fiyatların esnek olmadığı, bilgi eksikliği gibi konuların olduğu durumlarda devleti sadece politika yapmakla ve oyunun kurallarını koymakla görevlendirmiştir. Yani devlet bir tür regulatör konumunda kalmalıdır. Böyle bir zorunluluk doğduğunda ise değişim yavaş ve öngörülebilir olmalıdır.
Türkiye örneğinde ise, 1980 yılından bugüne kadar IMF'a verilen niyet mektuplarında, KİT (Kamu İktisadi Teşekkülü) reformu ve özelleştirme hedefleri ayrıntılı bir şekilde yer almış, hatta; kredi diliminin serbest bırakılmasına koşul oluşturmuştur. Dünya Bankası da özelleştirmenin kurumsallaşması amacıyla teknik ve parasal destekte bulunmuştur. 1986 yılında özelleştirme master plânı bu kuruluşun desteği ile hazırlanmıştır[20]. IMF ve Dünya Bankası politika yapıcılarına yasal-kurumsal serbestleşme (deregulation) politikası konusunda teşvik edici mahiyette politikalar uygulatmaya yönelterek, kamu ekonomisinin sınırlarını daraltmaya ve kamu ekonomisinin bünyesinde bulunan ayrıcalıkları kaldırmaya yönelik çalışma içerisinde bulunmaktadır. Liberal politika yanlısı bu kurumlar için ekonomik faaliyetlerde piyasa şartlarına işlerlik kazandırılması, devlet tekelindeki iktisadi faaliyetlerde özel sektörün önündeki giriş engellerinin kaldırılması yönündeki uygulamalar, kapitalist sistemin ve piyasa ekonomisinin işleyişinin etkinliğine katkıda bulunacağı varsayılan düşünce tarzını ifade etmektedir.
III-SONUÇ:
Yukarıda yer alan çalışma kapsamında özelleştirme konusunda dünya devletlerinin geçirdiği aşamalara kısaca yer verilmiş olup, ülkeler itibariyle makro düzeyde değerlendirmeler yapılmıştır. Daha sonraki aşamada ise Dünya Bankası ve IMF gibi uluslararası kuruluşlar ve kurumlar ile Avrupa Birliği çerçevesinde özelleştirmeye yönelik görüşlere yer verilmiştir.
Kaynak: Özelleştirme İdaresi Başkanlığı
Tablo 2-2005 Yılına Kadar Özelleştirme Uygulamalarından Sağlanan Gelir
[1] Hesap Uzmanları Kurulu, Hesap Uzmanı;
[2]Yetim, Ahmet; “http://www.izto.org.tr/NR/rdonlyres/7475BDA1-95B7-4855-B351 9ADCE4362AFE/4895/ahmety_ozellestirme.pdf “; “Özelleştirme Çalışmaları Ne Durumda ?”; Araştırma ve Meslekleri Geliştirme Müdürlüğü Temmuz;
[3] Prof. Dr. Şener, Orhan; “Kamu Ekonomisi”; Alkım Yayınları; 1998; sf (10);
[4] Dr. Akdiş, Muhammet; http://makdis.pamukkale.edu.tr/mak17.htm; “Dünya’da Özelleştirme Uygulamaları ve Türkiye’de 5 Nisan Kararları Sonrası Beklenen Gelişmeler”;
[5] Doğan, Mustafa Necati, “Özelleştirme ve Türkiye’de Özelleştirme Uygulamaları”, Yüksek Lisans Tezi, TC Gazi Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Ankara 1993; sf (20), sf (24 ve 25);
[6] Öztürk, Nursel; http://www.ydk.gov.tr/egitim_notlari/ozellestirme.htm; “Özelleştirme Ders Notları”;
[7] Dr. Akdiş, Muhammet; A.g.m,
[8] Prof. Dr. Şener, Orhan, “Kamu Ekonomisi”; Alkım Yayınları; 1998, sf (103);
[9]Sarısu, Ekrem; “http://paribus.tr.googlepages.com/a_sarisu.doc”; “Dünya da Ve Türkiye’de Özelleştirme, Genel Bir Değerlendirme”, Kasım 2003;
[10]Sarısu, Ekrem; A.g.m;
[11] Yrd. Doç.Dr. Altay, Asuman; http://www.manas.kg/pdf/sbd-2-03.pdf; “Piyasa Ekonomisine Geçiş Sürecinde Kamu Maliyesi Sorunları Ve Çözüm Önerileri” , Sosyal Bilimler Dergisi sf(16);
; sf(19);
[12] Yrd. Doç.Dr. Altay, Asuman; A.g.m; sf(20);
[13]“ http://www.oib.gov.tr/program/uygulamalar/yillara_gore.htm”;
[14] “www.dpt.gov.tr”, Temel Ekonomik Göstergeler;
[15] TC Cumhurbaşkanlığı Devlet Denetleme Kurulu’nun 2005/4 sayı ve 22/09/2005 tarihli Özelleştirme İdaresi Başkanlığı’nın 2001, 2002, 2003 Yılları Eylem Ve İşlemlerinin Araştırılıp Denetlenmesine İlişkin Raporu; “http://www.cankaya.gov.tr/tr_html/DDK/oib.htm”;
[16]Dr. Ege, Yavuz, http://www.Hazine.gov.tr/makaleler.htm, “Dünya’daki Uygulamalar Işığında Rekabet Politikası ve Özelleştirme”, Hazine Dergisi Ocak 2000-Sayı 13, sf (70-71);
[17] Dr. Ege, Yavuz; A.g.m.; sf (73);
[18] 15.10.2004 tarih ve 2004/7931 sayılı Bakanlar Kurulu Kararı uyarınca Türk Telekom şirket hisselerinin %55’lik bölümünün blok olarak satılması kararlaştırılmış olup, 14.11.2005 tarihinde hissedarlar sözleşmesi ile hisse rehin sözleşmesinin imzalanmasıyla birlikte Türk Telekom’un %55 oranındaki hissesi Ojer Telekomünikasyon A.Ş ‘ye (Saudi Oger ve Telecom Italia’dan müteşekkil konsorsiyum) devredilmiş ve Türk Telekom bir kamu şirketi olmaktan çıkmıştır.
[19] TC Cumhurbaşkanlığı Devlet Denetleme Kurulu; A.g.r.;
[20] TC Cumhurbaşkanlığı Devlet Denetleme Kurulu; A.g.r;